e-posta: arustu1206@yahoo.co.uk

Ad

E-posta *

Mesaj *

24 Ekim 2008

TIRMANDIĞIM DAĞLAR

KAÇKAR DAĞI (3937 m), KAÇKARLAR (Ağustos-2006) ……………..………................……. 3440 m IŞIK DAĞI (2034 m), KIZILCAHAMAM (Yaz - 2007, Kış – 2006) ............………… 2034 m EMLER ZİRVESİ (3723 m), ALADAĞLAR, Niğde (Temmuz – 2007) .............………….... 3650 m AĞRI DAĞI (5137 m), AĞRI (Ağustos – 2007) ....……………...…………...........………. 4440 m ARAYİT DAĞI (1819 m), Sivrihisar – Eskişehir (Yaz – 2007)……......…………….…... 1819 m ANNAPURNA ANA KAMPI (4130 m), HİMALAYALAR, NEPAL (Mayıs – 2008) .................….. 4130 m KIZLAR SİVRİSİ (3070 m), BEYDAĞLARI, Antalya (21-22 Haziran 2008) ……......…………. 3070 m KÜÇÜK HACET ZİRVESİ (2548 m), ILGAZ DAĞLARI, Çankırı (29 Haziran 2008) .....…………..…… 2548 m MEDETSİZ ZİRVESİ (3524 m), BOLKARLAR, Niğde (12-13 Temmuz 2008) …………..........……. 3524 m ESENCE ZİRVESİ (Keşiş Tepe) (3549 m), ESENCE DAĞLARI, Erzincan (18-20 Temmuz 2008) ……....... 3549 m EVEREST ANA KAMP (5360 m) YAKINLARI HİMALAYALAR, NEPAL (15 Nisan – 9 Mayıs 2009) …...……... 5400 m KÖROĞLU TEPESİ (2499 m) ALADAĞ KÜTLESİ, Bolu (21 – 22 Kasım 2009) …………........ 2497 m DEDEGÜL ZİRVESİ (2998 m) DEDEGÖL DAĞLARI, Isparta (21 – 23 Mayıs 2010) ….…...…. 2998 m

BOLKARLAR MEDETSİZ ZİRVESİ (3524 m)

Bolkarlar’ın o ünlü zirvesi Medetsiz bir grup doğaseveri daha zirvesinde ağırlayıp göğüslerine madalyalarını takarak ödüllendirdi… Temmuz’un 11’ini 12’sine bağlayan geceyarısı saat tam 12.00’de heyecanlı bir grup insan Ankara’dan bir midibüse doluşarak Niğde’ye doğru yola çıktık. Hedef Ulukışla ilçesinin Darboğaz kasabasıydı. Grup heyecanlıydı, zira katılanların bazıları için bir ilk yaşanacaktı. Bir zirve etkinliği, hem de hatırı sayılır bir zirve; Medetsiz, Bolkar’ların zorlu zirvesi. Cumartesi (12 Temmuz) sabah erken saatlerde Darboğaz’a ulaştık. Gereksinimlerin başında gelen ekmek fırınının önünde durduk… Herkes fırına dalarken ben yandaki yeni açılmakta olan bakkala yöneldim. Biraz sonra hemen hemen herkes taze taze fırından çıkan pidelerin albenisine dayanamamış torbalarla pide ile ortalıkta dolaşmaya başladı. Tabii o çıtırlığa dayanamayıp hemen atıştırmaya başlamışlar. Ben de onların böylesine iştahla yemelerine dayanamayıp sırayla bir ondan bir bundan ufak parçalar kopararak sebeplendim. Sonrasında kamp kuracağımız Karagöl’e doğru yola koyulduk. Yol gerçekten berbat, hele bir yerde, sanırım özellikle, öylesine bir kasis yapılmış ki geçmek gerçekten çok zor. Hepimiz araçtan indik ve yolu terkederek doğrudan aracın gidebileceği, Karagöl’e tepeden bakan, son noktaya kadar yürüdük. Bu kadar yol yorgunluğundan sonra hatırı sayılır bir tırmanış oldu hepimiz için. Tepede herkes malzemelerini yüklenip göl kenarındaki kamp alanına devam etti. Ben ilk ulaşanlardan oldum. Nedense, aceleci bir yanım var; yapılacak işin bir an önce sonuçlandırılması gerekir diye düşünüyorum. Hemen çadırı kurdum. Bu arada dostların hepsi gelip yerleşmelerini gerçekleştirdiler. Ama burada söylemeden geçemeyeceğim bir konu var: Arif, Hasan’dan daha yeni aldığı çadırı kurmakta zorlanmaya başladı. Hasan’la birlikte uğraştılar; olmadı. Serpil yardımlarına koştu; olmadı. Filiz ve ben deneyelim dedik; olmadı. Sonunda biz de pes edip uzaklaştıktan sonra, ben kendi işlerime dalmış olduğum bir sırada hemşerum (!) {Ha, pen Karadenuz’lu teğilem ama sevirem kendilerinu; Tirabzonlu’dur kendisu, daaa!...] Gülzade iki dakikada olayı çözmüş ve Arif’i huzura kavuşturmuş. Biraz dinlendikten sonra yemek faslı başladı. Benim için özel bir andı; sonunda üç yıl önce aldığım ocağı kullanabilecektim. Kullanmayı becerdikten sonra çocuklar gibi mutlu oldum,. Afiyetle sıcacık bir yemek yedim. Çay faslı, biraz keyif derken Hasan, “Bu kadar rehavet yeter! Haydi bakalım uyum tırmanışına” diyerek hepimizi harekete geçirdi. Karagöl’ün etrafından dolaşarak, ha bu arada Karagöl 2550 metrede, tırmanmaya başladık. Kısa bir tırmanıştan sonra mükemmel görüntüsüyle Çinili Göl bizi pırıl pırıl görüntüsüyle karşıladı. Herkes deliler gibi görüntü avcılığına girişti. Gerçekten doyulamayacak bir yer. Çinili Gölü iyice içimize sindirdikten sonra yola devam ettik. Büyükçe bir kar birikintisine gelince hepimiz çocuklaştık tabii ki... Ama ne güzel bir görüntü... Karı dikey geçmeye çalıştım ama baktım fazlaca kayıyorum tekrar sağlam yere, toprağa yöneldim. Keyifli bir tırmanıştan sonra 3050 metrenin yakınlarında tırmanışı noktaladık. Bazılarımız daha da yükseğe çıktılar, bıraksak Medetsiz’e uçacaklar. Dönüşte kampa yaklaştığımızda hava bozmaya başladı. Saat 17.00-17.30 gibi komik bir saatte çadırımıza çekildik. Açıkcası benim niyetim uyuyup tırmanış saatine kadar iyice dinlenmekti. Filiz’le biraz sohbetten sonra uyumaya çalıştık. Dalmışım. Ne kadar geçti, bilmiyorum! Yağmurun, çadırın üstüne çarparak ritmik tıpırtılar oluşturması beni o güzelim uykudan uyandırdı. Biraz sonra da hiç sıkılmadan güneş yüzünü göstermeye başladı. Ben inat ettim çadırdan çıkmayacağım, ama Filiz dayanamadı ve çıktı. Ben de onu kıskanıp 5-10 dakika sonra çıplak ayaklarla kendimi dışarıda buldum. Neyse orada lafla, burada lafla, sevgili Sibel’imizin demlediği çaydan yudumlayarak saati biraz ilerlettik. Artık hava kararmaya başlayınca biz tekrar çadıra uyumaya çekildik. Ancak bazı yaramaz yoldaşlarımız ve kamp alanına yeni gelen bir grubun gürültüsü sonucu uyumakta epey zorlandık. Bir ara sızmışım demek, şiddetli bir üşümeyle uyandım. İnanılmaz bir durum, yine hipotermi görev başında. Zangır zangır titriyorum. Hava almayacak şekilde uyku tulumunun içine gömüldüm. Kesildi. Ama terliyor, bunalıyorum. Azıcık kafamı çıkarmaya çalışsam o istenilmeyen titreme tüm şiddetiyle vuruyor. “Eyvah!” dedim, “bu kadar gerçekleştirmeyi arzu etttiğim zirveyi böylesine anlamsız bir rahatsızlık sonucu gerçekleştiremeyeceğim galiba!..” İnanılacak gibi değil. Sürekli kendimi deniyor ve kontrol altına almaya çalışıyorum. Bir saat kadar sürdü bu sorun, ama sonunda kontrol etmeyi bir şekilde başardım veya çok şanslı olduğum için sorun beni terk etti. Biraz uyuyabildim sanıyorum, iki belki üç saat. Telefonun alarmı ile saat üçte uyandım. Ortalıkta hiç ses yok. Filiz uyandı mı uyanmadı mı bilemiyorum. Hiç sesi çıkmıyor. Etrafta da ses duymayınca uyandırmaya kıyamadım. Ama 10-15 dakika sonra dayanamadım uyuyup uyumadığını sordum. Meğerse uyumuyormuş ama, ‘Ya, Rüştü abi, biraz keyif yapalım, nasıl olsa kalkmaz insanlar” dedi. Ben de, dedim ya kıyamadım, çünkü otobüste hiç uyuyamamıştı, biraz daha yatsın dedim. Ama artık 03.30 olunca dayanamadım ve kalktık. 03.40’ta ayakta herşeye hazır çadır önünde beklemeye başladık. Bu arada bizim bölümdeki arkadaşların hemen hepsi de kalktı ve onlar da hazır. Gel gör ki aşağıdaki ekipte sorun var. Bir kaç kez tatlı sert yukarıdan onları uyarmamıza ve hareket saati 04.00 olmasına rağmen, saat 04.15- tık yok; 04.30- tık yok. Benim derdim zirveyi bir an önce yapıp Ankara’ya vakitlice erkenden dönmek. Zira herkes ertesi gün işe gidecek. Buna olanağımız da var. Ama nedense bu tür etkinliklerde insanlar, kendileri de ondan olumsuz etkilenmelerine rağmen, bir disiplin altına girmeyi beceremiyorlar. Sonunda 04.40’ta Hasan’ın önderliğinde yola koyulduk. Gün ilerlediği için bazı arkadaşlarımız benim gibi miyop-astiğmat olmadıkları için kafa fenerine bile gerek duymadan ilerliyoruz. Kısa bir süre sonra hava öylesine aydınlandı ki ben bile artık kafa fenerine gerek duymamaya başladım. İşte ilk zorlu bölüme geldik. Çok dik. Tırmanış bile zor, bakalım inişte ne yapacağız. Ama bu tırmanışın sonunda kahvaltı molası var. Dayan, Rüştü... Bu kadar zorlu bir tırmanıştan sonra umutla beklediğim kahvaltı molası hiç te hoş başlamadı. Anormal ve dondurucu bir rüzgar var. Birşeyler yemeği düşünecek halim yok. Nasıl ısınırım, onu düşünüyorum. Ama zorladım kendimi ve canımın hazırladığı sandöviçin yarısını zorla da olsa Nilüfer’in verdiği çayla mideme indirdim. İşte beklenilen an; güneş yüzünü gösterdi. Ve ben, Nazım’ın şiirini okuyarak o yöne doğru koştum; Akın var, akın Güneşe akın... Güneşi zaptedeceğiz, Güneşin zaptı yakın!... O beni zaptetti, her yanımı sarıp sarmaladı... İşte senin gereksinimin diyerek beni kollarına alıp içimi ısıttı. O ana kadar eksiye geçerek beni yıkmaya çalışan olumsuz duygular yavaş yavaş yerlerini olumlularına bırakmaya başladılar. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissederek yola devam etmeye başladım. Ancak iki yerde bıçak sırtı denilen, kısa da olsa geçilmesi gereken, bölümlere gelince yükseklik korkum bana hakim olmak için tüm çabasını sarfetmeye başladı. İzin vermedim, hatta kimseden yardım da istemedim. Ama tırmanış boyunca bu korku bana hakim olmak için elinden geleni yapmaya çalıştı. Zira elinde bunu sağlayabilecek olağanüstü bir güç vardı; rota genelde hep yüksek açılar çevresinde seyrediyordu. Hasan hep moral vermek için gayret sarfediyordu. İşte bu çok işe yaradı. Desteksiz o bıçak sırtlarını geçtim. Artık bundan sonrası tırmanmaya dayanmaktı, riskli bölgeler geride kaldı. Adım adım, santim santim geliyoruz be Medetsiz... İşte sonunda senin zirvenle dostlar kucaklaşmaya başladı... Çektim fotoğraflarını... Bekle ben de geliyorum. Ha gayret Rüştü!... Artık Emler’de veya Ağrı’daki duygular bana çok anlamsız geliyor!.. Ben yeterince güçlüyüm ve bu işi yaparım! Bu kavramı kafama sokmam gerek... Burada da öyle oldu... Ne bacaklarımda bir ağrı, ne solunumumda bir sorun, ne yükseklik hastalığı; bunların ve belki de dağ ile ilgili bilmediğim başka sorunların olmadığı bir tırmanış yaşadım... Olağanüstü bir duygu!.. Herkese teker teker sarılıp kendilerini ve kendimi kutladım. Bu dostların çoğunun ilk zirvesi... Müthiş bir duygu!... O kadar mutluyum ki!.. Herkes onun bunun, birbirinin, zirve manzaralarının fotoğraflarını bellek hanelerine kaydediyorlar. Görüntüler olağanüstü!.. Fotoğraf karelerinin bunları görüntülemesi olası değil!.. Çünkü içlerinde bizim duygularımız yok... Ve onlar öylesine coşkulu ki!.. Hava bozacak gibi... Geri dönmemiz gerek... Dağ dağlığını göstermek üzere. Ama yine umuyorum, kampa dönene kadar hava bozmayacak... Dönüş yolunda öğle yemeği için karar verdiğimiz noktaya kadar havasal açıdan sorun yaşamadık. Hatta bazı arkadaşlar güneşten uzak yerler aramaya başladılar. Ben de bir köşeye çekilip bizden sonra gelen dostların görüntülerini almaya başladım. Tabii bu arada yemeklerini hazırlayıp yiyenler de var. Herkes geldi yemeklerini bitirmek aşamasına geldikleri anda damlalar toprağı okşamaya başladı. Herkes hemen yağmurluklarını giymeye başladı. Ardından hızla toparlanıp yola koyulduk. Önce dolu, sonra yağmur, sonra kar, sonra tipi; bir yandan gök gümbür gümbür... Hiçbiri bizi perişan edecek düzeyde değil... Ancak ilk bıçak sırtına ulaştığım ve Hasan’ı orada gördüğüm anda moralim bir kat daha arttı. Zira ondan bu iki bıçak sırtında bana destek olmasını rica etmiştim. Unutmamış, benden çok daha önde olmasına rağmen orada bekleyerek benim karşıya geçmeme yardımcı oldu. Beni, dilerim bir arkadaşım orayı geçerken görüntülemiştir; korkudan neredeyse yere kapaklanmak üzereydim. Burada Hasan bana destek oldu ya artık güvenim daha fazla... İkinci bıçak sırtında da beklemiş ve başarıyla orayı da onun desteğiyle geçtim. Ama burada Hasan da biraz kaygılıydı... Herkesin olabildiğince hızlı hareket etmesini istiyordu. Zira hava anormal elektrik yüklü ve devamlı birilerini olumsuz etkilemekte imiş. Kendisi yüzüğünü çıkarmak zorunda kalmış, çünkü elektrik akımı görüntüsü yanında sesler de duymaya başlamış. Bazı arkadaşlarımızın saçları dimdik olmuş. Hatta bir arkadaşımız kulaklarında yanma dahi hissetmiş. Bunlar söylenirken ben garip garip yüzlerine bakıyordum... Bu arada Hasan neredeyse yalvararak herkese bir an önce aşağıya ulaşmamız gerekliliğini vurgulamaya çalışıyordu. İşte o sıralarda ben de yağmurluğumun fermuarında bir elektrik akımı sesi duydum. Garip bir şekilde hoşuma gitti dersem yalan olmaz. Neden mi? Eee... Herkes bir yıldırım çarpmasından söz ediyor ben olayın farkında bile değildim... Son zorlu etabı da iniş olarak gerçekleştirdikten sonra hava iyice ısınmaya başladı. Ne kadar ilginç... Az önce ıslanıp, elektrik akımlarının hücumuna uğrarken şimdi sıcaktan bunalıyoruz!.. Nasıl olsa artık rota çok açık bir şekilde belli olduğu ve risk olmadığı için Hasan herkesin bağımsız olarak hareket edebileceğini söyleyince kopmalar başladı. Ben de ilk kopanlardan olarak kamp alanına neredeyse sürünerek ulaştım. Tam 11 saat 45 dakikadır tırmanış etkinliğindeyiz, önceki gecelerin uykusuzluğu cabası. Fakat müthişiz... Belki de rekor kırdık!.. Tamam bizden daha fazla sayıda, 20 ve 21, kişinin grup olarak tırmandığını internetten öğrendim. Ancak, bizim gibi aşırı decede amatör, belki de yaşamı boyunca ilk kez zirve denemesinde bulunan bir grupta 19 kişinin zirve yapması olağanüstü... Gerçekten zorlu bir zirve!.. Hepinizi, hepimizi kutluyorum yoldaşlar, dağdaşlar!... 12-13 Temmuz 2008 Zirvenin koordinatları: Medetsiz zirve: E: 37 23.58300', B: 34 37.85300', Yükseklik: 3524m

02 Ekim 2008

ANNAPURNA YOLCULUĞU

Gidiyorum işte be…
Sevdiklerim yüreğimde özlemlerim önümde gidiyorum…
Nepal…

(Not. Bu yazı ile ilgili fotoğraflara aşağıdaki albümlerden ulaşabilirsiniz:)
http://picasaweb.google.com.tr/GezginRustu
ve
http://picasaweb.google.com.tr/arustu1206

Aslında sen Tibet’tin ilk düşlerimde. Bilmiyordum aslında beni dağların çağırdığını. Beni rahipler çağırıyor sanıyordum. Ama meğerse dağlarmış, Himalayalar…
Bu keşfimde bir soluk alacağım… Himalayalar’ı koklayacak onun yüceliğini anlamaya çalışacağım… Ne mutlu bana ki bunu sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebiliyorum… 57 yaşındayım…
Artık içim fıkır fıkır…
Neden mi?
Can dostlarımdan mükemmel iletiler aldım… Beni yüreklendiren, bana güç veren iletiler… Ne güzel bu insanlar yahu!..
Artık çok daha fazla şeylere ve bunları yapabileceğime inanıyorum. Yeter ki iste… Yeter ki iste… Başarabilirsin… Her şey aslında o kadar çocuk oyuncağı ki!..
İşte sır burada; çocuk oyuncağı!.. Yapmak istediğinin çocuk oyuncağı olduğunu düşündüğünde o kadar kolaylaşıyor ki her şey!.. Çünkü çocuklar için zor bir şey yok ki!.. Onların tutkusu keşfetmek. Keşfetmeden yaşayamazlar ki!.. Biz büyükler bu duyguyu yitirdiğimiz için yaşlanıyoruz. Ama artık son yıllarda benim belgim, “Keşfetmek için dolu dolu yaşa ve sağlığını koru! Bıkmadan sorgula ve özlemlerinin peşinde koş.” Kısaca, ço-cuk ollll!...
Ben artık yeniden çocuğum ve beni kimse dünyayı ve kendimi keşfetmem konusunda engelleyemez…
Yarın (1 Mayıs), hatta ertesi gün sayılır çünkü 02.00’de otobüse binip İstanbul’a doğru yola çıkacağım. Ve 2 Mayıs’ta Bahreyn’e uçacağım.

2 MAYIS 2008

İşte yollardayım…
Sonunda bir düş daha gerçekleşiyor. Sabahın köründe ulaştığım Atatürk Hava Limanında sohbet ettiğim Kanadalı çiftle tam da bunu konuştuk. Kişi eğer bir şeyi yapmak için bunu kafasına koyar ve kendini o yöne kanalize ederse yapamayacağı hemen hemen hiçbir şey yoktur.
Şeker bir çift Kanadalılar. Adam prodontist, diş hekimliğinin bir dalı. Gezmediği çok az yer var dünyada. Anlatmaya kalksam bu öykü benim öyküm olmaktan çıkıp onun öyküsüne dönüşür. Şimdi de eşi ile Özbekistan’a gidiyorlar. Eşi Polonya asıllı, dedesi ve babaannesi 2. Dünya Savaşı dönemindeki sürgünler sırasında Özbekistan’da ölmüşler. Kadıncağızın babası ve diğer çocuklar yetimhanede büyümüşler. Bir özlemle oralara gidiyorlar, ama bence bu işin bahanesi. Onların da ruhunda gezgin mikrobu var.
Şimdi Bahreyn uçağına binmek için bekleme salonunda bunları karalıyorum. Otel kartını alamadım ama sorun çıkmayacağı konusunda beni temin ettiler. Gidelim bakalım…
Daha zaman var, bari Kanadalı dostlardan biraz daha söz edeyim. Adam 63 yaşında, karısınınkini sormadım. 20 yıl orduda diş hekimliği yapmış ve orduyla epey gezmiş. Kıbrıs, Mısır, Almanya, Lübnan anımsayabildiklerim. Kendi başına ve eşiyle birlikte de çok yer dolaşmış. Moğolistan, Hindistan, Nepal, Peru, Ekvador, Arjantin, Şili, Bolivya, Antarktika da bu bölümden anımsadıklarım…
Latin Amerika’nın yabancılar için riskli bir bölge olduğunu ve yeri iyi belirleyip öyle gitmek gerekliliğini öğrendim. Özellikle, Kolombiya ve Venezuella, Peru’da Lima ama genelde tüm büyük kentler ve gerillaların bulunduğu bölgeler.
Kuyruk başladı. Gidiyorum…
Bir ilk daha başıma geldi başıma; yıllardır uçakla seyahat ederim ilk defa güvenlik cihazından geçerken bütün metal eşyaları çıkardığım halde ötmesi devam edince adamlar botlarımı da çıkarttırdılar. Şimdi aklıma geldi; ağzımdaki damak protezinde de metal var. O cihazın ötmesine neden olmaz mı? Neyse, çıkardım botları. O da yetmedi, uçağa yanıma aldığım sırt çantasının yan gözündeki çok amaçlı ufacık çakıyı sorun ettiler ve çantayı ya bagaja vermemi ya da çakıya el koyacaklarını söylediler. Mecburen bagaja verdim. Çantaya Katmandu’ya kadar ulaşamayacağım için diş macunu, fırçası, tıraş takımı gibi gerekli malzemelerden mahrum olarak Bahreyn’e uçmam gerekiyor. Neyse, sonuçta konu benim de güvenliğim. İnsanı üzen yaklaşımları ve biraz da keyfi davranıyorlarmış duygusu uyandırmaları. Despotça davranıyorlar, kibar ama despotça. Bundan sonra, tabii ki o tarz malzemeleri uçağa alacağımız çantaların içine koymamamız gerekliliğini öğrenmiş oldum.
Sonunda 45 dakika rötarla havalandık. Sanki bu havaalanı artık İstanbul trafiğine yetmiyor. Kalkış pistine ulaşabilmek için 25-30 dakika sıra bekledik.

02.05.2008, Akşam

Akşam saat 19,00’da Bahreyn’e vardık. Biraz rötarda buradaki havaalanında yaşandıktan sonra kalacağımız otele 21.00’e doğru ulaştık. Biz gecikince yemekler yeniden ısıtılınca bir de onu bekledik ve 22.00’ye doğru yemek bittikten sonra ufak bir geziye çıktım…
Bu arada tabii Explorer’daki arkadaşlarla da daha fazla kaynaştık.
Yine Nepal’e giden beş (5) hanımla da tanışma fırsatı yakaladım. Birisi Nepal’in İstanbul’daki fahri başkonsolosu. Bir diğeri ise Gulf Air’in eski genel müdürlerinden bir-bir buçuk yıl kadar önce vefat etmiş bir beyefendinin eşi bir hanım. Herkesin bir nedeni olduğu gibi o da eşini kaybetmenin acısını biraz olsun dindirebilmek için böylesine bir seyahate çıkmış…
Neyse, benim Manama City’deki gezmeme dönersek; otel okyanusa çok yakınmış. 5 dakikalık yürüyüş sonrasında ulaştım. Çevre ana baba günü... Ağırlıkla gençler piyasa yapıyor. Erkekler sap, kızlar tavlanırız umudunda… O da yetmezmiş gibi bir sürü ailede çimenlere şiltelerini sermiş piknik yapıyorlar. Resmen çay demleyip atıştıranlara rastladım. Ve de gecenin 10.00’undan sonra. Fakat istedikleri kadar zengin olsunlar eğitimsizlikleri ayan beyan ortada… Ortalık çeşit çeşit atıkla dolu ve hepsi insanların yaşam alanlarını gaspediyor…
Pek cazip bir şey göremeyince ve dönmeye karar verdiğimde içeride güzel bir şekilde aydınlatılmış bir cami gözüme ilişti. Eh bari şunun fotoğraflarını çekeyim diyerek ona yöneldim. Yakın görünüyordu… Git babam git…. Neyse, inat ta ettim biraz, yorulmama rağmen birkaç görüntü alıp yine uzun bir yürüyüşten sonra otelime dönüp güzel bir duş aldıktan sonra Nasuh Mahruki’nin “Everest’te İlk Türk” kitabını biraz okuduktan sonra uyumaya çalıştım….


03.05.2008, Sabah

Ne mümkün!.. Müthiş bir havalandırma motoru gürültüsü… Sabaha kadar uyudum mu uyanık mıydım bilemeden bir gece geçirdim. Yine de kendimi yorgun duyumsamıyorum.
Kahvaltıdan sonra havaalanına geldik. Gözüme bir sualtı kamerası kestirdim, 445$. Bakalım dönüşte kanıma girecek mi? Şu anda kalkış zamanı geçtiği halde hala apronda bekliyoruz. Bindiğimiz bu uçak Katar’dan geliyor. Orada çalışan bir sürü Nepalli çocukla dolu. Şimdiden üstümde bıraktıkları etkileri çok sevimli…
Katmandu’da görüşmek üzere…
(Uçak kalkış pisti başına geldi. İlk defa bu seyahatim sırasında böylesine tatlı bir heyecan duyumsamaya başladım...)
İyi yolculuklar yol arkadaşlarım…
İyiyolculuklar kaptan…

03.05.2008, Cumartesi, Akşam…

Tam 4 saatlik bir yolculuktan sonra Katmandu’dayız. Uzunca bir zaman sırt çantalarımı bekledikten sonra, haaaa pardon önce, pasaport kontrolden geçip vize aldım; 30$. Sonra çantalarımı kapıp çıktım. Elinde adımın yazılı olduğu ve güleryüzüyle MADAN beni karşıladı. İlk yaptığı şey boynuma bir çelenk geçirmek oldu… Hep gülerek… Ne güzel bir karşılama… Yavaş yavaş toplumumuzun ve batının bizi bu dünya ile ilgili olumsuz etkilemesini atmaya çalışıyorum… Böylesine sevgi dolu bir karşılama sadece karşılığında sevgiyi hakkediyor. Madan beni bir jipe bindirdi ve Potala Guest House’a, o gece ve sonrasında kalacağım otele götürdü.
Ama gelin bir de oraya nasıl ulaştınız diye sorun!.. Olamaz böyle bir şey!... İnsanlar yol ortasında, araçların nereden nasıl geçeceği tam anlamıyla meçhul iken bu araçlar bir mucize misali kendilerine bir yol bulup yollarına devam ediyorlar. Ama maalesef bir ufak kaza da tam da bizim önümüzde gerçekleşti... İki motosiklet kafa kafaya biraz samimi bir poza girdiler…
Biraz keyfim kaçtı yahu… Tam yazıyı yazarken baktım tam karşımda asılı gömleğin üstünde kocaman bir hamam böceği… Geç oldu… Yorgunum… Şimdi de bu meret… Neyse!..
Eşyaları otele bıraktıktan sonra Asian Heritage’ın (ilişkide olduğum seyahat acentesi) ofisine gittik. Nilam’la, patron, tanıştık. Fena oğlan değil ama tabii ki sonuç olarak bir işadamı. Madan’la bizi yanlız bıraktı ve biz de bir program çıkardık. Esnek bir program. Yol aldıkça keyfimize göre değiştirebileceğiz. Nilam tekrar yanımıza geldi ve hesabı çıkardık.
Madan için şirkete 12 gün karşılığı 12 $’dan 144 $. 20 $ havaalanı transferleri. 70 $ 2 gece 3 günlük Chitwan paketi için. 37 $ Madan ve benim otobüs paraları ve 39 $ da çeşitli ziniler için olmak üzere toplam 310 $ karşılığı 206 €’ya anlaştık. 105 € peşin verdim 101 €’yu da dönüşte ödeyeceğim.
Yarın izin işleri ve Katmandu turundan sonra 5 Mayıs, Pazartesi günü trek başlayacak.
Akşam yemeğini Potala Guest House’un (otel) yakınındaki bir restoranda yerel bir yemek yiyerek hallettim. Restorana gitmeden önce 5 € bozdurup 500 Rupi ve yemek bana 20 rupi bahşişle birlikte 245 Rupiye mal oldu. Yani 2.45 € karşılığı 4.75 lira.
Yemekten önce koştur koştur Janset’lerin kaldığı otele gittim. Şans!.. Sabah dönmüşler Türkiye’ye. :(

04.05.2008, Pazar

25 € = 2.500 Rupi

1 Kutu meyve suyu )
3 Litre su ) 140 rupi
1 Paket bisküvi )


SADU – Holy Man (Kutsal kişi. Aslında süslü dilenciden başka bir şey değiller)
RICKSHAW – Çek-çek. Eskiden insan gücü ile şimdi ise önüne takılmış bir bisiklet aracılığı ile kullanılan minyatür fayton biçiminde ulaşım aracı.

Bugün zorlu bir gün geçirdik. Araba ile bir sürü yer gezdik.
Önce SYAMBHUNATH’a gittik, aslında kafam karıştı, öyle miydi. Evet evet, Maymun Tapınağı, Budist’lerin. Ama yağmur olduğundan ortalıkta hiç maymun göremedik. Hemen hemen tüm Katmandu’ya hakim bir tepenin üstüne kurulmuş. Burası çok fazla ilgimi çekti diyemem.
Öylesine yoğun bir gün yaşadım ki inanamıyorum. Bir şeyleri görmemeyi, görsem de aldırış etmemeyi öğreniyorum galiba. Yere tükürmek kadar olağan bir şey yok. Bunda kesinlikle sınıf ayırımı yok. Herkes yapıyor, kadın-erkek. Dükkandan çıkıyor, sokağa tükürüyor ve tekrar içeri giriyor. Otobüste yanındakinin üzerinden sarkarak camdan aşağı, arabadan dışarıya… Kadın, erkek, çoluk çocuk, hiç fark etmez.
Trafik evlere şenlik. Dün gördüklerim kitabın sadece kapağı imiş. Bugün kitap bir açıldı ki tam açıldı. Bisiklet, motosiklet, rickshaw (çek-çek), araba, dolmuş, otobüs her şey herkes birbirinin üstünde neredeyse. Klaksonlar durmaksızın bağırıyor.
İşte sadece bu iki şey bana hep söylediğim ama uygulama konusunda o kadar da başarılı olmadığım bir felsefeyi kanıtladı: İnsan istemediği, izin vermediği sürece kimse onu üzemez. Dilerim yurduma döndükten sonra burada yaşadıklarımı bir kalemde silip atmam. Neden mi? Onbinlerin tantanası içinde bütün gün boyunca trafikte bir kişinin başka birisine bağırdığını veya ters bir tepki verdiğini görmedim. Trafik ışığı, polis-molis olmayan bir kentte işte bu anormaldi!.. Bizde ise buraya kıyasla ciddi bir düzen olmasına rağmen insanlar her dakika birbirine bağırıyor, kavga ediyor.
Bugün yalnızca televizyonlarda ve dostların çektiği fotoğraflarda gördüğüm bir sürü şeye birebir tanık oldum ve daha bu ikinci gün. Keyifli bir deneyime başladım…
Daha sonra eski kraliyet sarayının olduğu ve Durbar Meydanının olduğu PATAN’a gittik. Burada yaşayan tanrıça olarak bilinen Kumari Devi’nin yaşadığı Kumari Ghar olarak adlandırılan evi de gördüm. Yarım saat kırkbeş dakika sonra pencereye çıkacağını öğrendik. Ancak Madan fotoğraf çekemeyeceğimi söylediği için beklemek istemedim. Gezecek çok yer var. Kumari Devi Sakya Toplumundan 4-7 yaş arasındaki kızlardan seçiliyor. Bunlar çeşitli zorlu testlerden geçiriliyor. Metanetini koruyamayanlar teker teker eleniyor ve en dayanıklı bebecik Kumari Devi, yani yaşayan tanrıça oluyor. Bu çocukcağız ilk regl dönemine kadar bu evde yaşıyor ve kendisine sürekli hizmet ediliyor. Sultanlık tabi böylece sona erdikten sonra o da artık sıradan bir insan oluyor. O güzelim günlerden sonra kendisini ortada kalmış olarak hissediyor büyük olasılıkla. Zira genel inanışa göre eski bir Kumari ile evlenmek uğursuzluk olarak addediliyor.
Yapılar muhteşem. Olağanüstü oymacılık var. Ufacık bir alandaki detayları bile incelemek insanın günlerini alır.
Dilenciler ve satıcıların yapışkanlığı anlatılamaz. İlk gittiğimiz tapınakta ve Patan’da neyse ki pek yoklardı veya bana bulaşmadılar. Ama üçüncü olarak gittiğimiz tapınak, PASHUPATHINATH, Hindu’ların ölülerini yaktıkları yer, girişinden itibaren cak cak, çat çut sakız çiğneyip patlatan güzel mi güzel bir satıcı kız yarım saatten fazla peşimde dolaştı. Sonunda beni bezdirmeyi becerdi ve 2500 Rupiden açtığı kapıyı 500 Rupiyle kapatarak Oya’mı yeni bir kolye sahibi kıldı. Ondan satın aldığımı gören en az dört kişi daha mallarını satmak için üzerime çullandı ama bu sefer zafer benim oldu. Bir sert çıkıştım, hepsi dağıldı.
Bu tapınak çok daha ilginç geldi bana. Hindu’lar ölülerin burada yakıyor ve ortada akan Bagmati nehrine küllerini atıyorlar. Bizim orada olduğumuz sırada 4-5 tane yakma töreni devam ediyordu. Madan yakına gitmemize izin vermeyeceklerini söyledi. Biz de karşı taraftaki Sadu’ların yaşadıkları yerlere çıktık. Kutsal adam gözüyle bakılan bu sefilleri bu kadar yakından görmek gerçekten inanılmaz bir deneyim. Ama özünde bunlar da dilenci, üstelik saygı gören dilenciler. Hazırlar, hemen poz veriyorlar ve tabii hemen sonrasında da para istiyorlar. Neyse verdim… Fakat güzel de birkaç kare aldım. Tekrar nehir kenarına doğru indik. Burada maymunları görmeye başladık. Çok sevimli ama aksi yaratıklar.
Nehrin üstündeki bir köprüden ölülerin akıldığı tarafa geçtik. Ben oraya bile geçemeyeceğiz sanıyordum. Oradan da birkaç kare aldım. O da ne? Bir kapıdan içeri girdim. Madan girebileceğim söyledi. Yakma törenlerini hemen üstünde buldum kendimi. Neredeyse elimle dokunabileceğim. İşte burada çektiğim fotoğraflar gerçekten etkileyici…
Buradan BOUDHA’ya ( Bodhnath) gittik. Hava biraz daha duruldu, hatta çok az da olsa güneş arada bir bulutların arasından göz kırpıyor. Burası Nepal’deki en büyük Budist stupa. Etrafı bazı manastırlarla çevrili ama şu anda manastırdan çok dükkan ve restoran dolu. Tipik bir turistik mekan. Biz de öğle yemeğimizi burudaki restoranların birisinin terasında yedik, daha doğrusu ben yedim Madan ve şoför bir ara beni meydanda yalnız başıma rahat rahat gezebilmem için bırakmışlardı. Meğer o bahane imiş, yemek yemişler keratalar.
Bugün son olarak KATMANDU DURBAR SQUARE’e (Meydan) gittik. Burası da saray ve tapınakların olduğu bir alan. Yine muhteşem yapılar var. Ağaç oymacılığı insanı olağanüstü etkiliyor. Bir yapının her tarafında Kama Sutra’dan görüntüler oyulmuş. İnsanlar o zamanlar bile şimdiki dünya insanından daha akıllılarmış. Seksin tu kaka değil zevk alınması gereken ve bunun için de çeşitli denemelerin yapıldığı yaşamın keyifli bir yanı olduğunu görmüş o günün insanları. İçine giremediğim Taleju Tapınağı dışarıdan bile çok etkileyici idi…
Sanıyorum bugün Katmandu’da görülmeye değer hemen hemen her yeri gördüm. Biraz hızlı hızlı ama zaman darlığında başka türlüsü de olası değildi.
Bugünkü harcamalarım:
- Müze girişleri : 750 Rupi
- Yemek : 170 Rupi
- Çift Baton ve Panço (1.300 + 350) : 1.300 Rupi
- Turcu araba (25 €) : 2.500 Rupi
- İnternet : 15 Rupi
- İki Fular : 100 Rupi
Yani bütün gün bu kadar iş 4.835 Rupi’ye mal oldu. Yaaaniiii… 95 lira…
Telefon bir türlü çalışmıyor. Bir internet kafeye girip eve ancak böyle bir ileti gönderebildim. Bir daha ne zaman olur, bilemem.
Bugün hesabım doğruysa 270 fotoğraf çektim. O da biraz hesaplı davrandığım için, bellek kartlarını idareli kullanma aşkına. Bu arada Duracell reklamlarının doğruluğunu yaşıyorum bir şekilde. Bayağı uzunca bir süredir bitmedi. Emin değilim ama 3-4 kez kullandım, ki her kullanışımda en az 150 civarında fotoğraf çekmişimdir. Sanırım en az bir ay oldu şarj edeli.
Tuvalete giriyorum ve o da ne banyo penceresinden koskocaman bir lağım faresi bakıyor bana… Olamaaaaz!.. Ben ne yapıyorum burada yahu? Neredeyim ben? Anneciğiiiiim!... Ben eve gitmek istiyorum!..

05.05.2008, Pazartesi

Sabah 05.30’da kalktım ve son hazırlıkları yaptıktan sonra 07.00’de aşağı indiğimde Madan gelmiş beni bekliyordu. Onu görünce sevinmedim desem yalan olur. Dün ağzında bir iltihabi durum vardı. Ben dişten kaynaklandığını tahmin ettiğimi ve bir dişçiye görünmesini söylemiştim. Dişçi sorunun diş olmadığını söyleyerek bir iki ilaç vermiş. Ancak durum hoş değildi ben de eğer iyi hissetmezse kendi yerine başka birisini yollamasını söylemiştim. Alışmıştım çocuğa… Ondan dolayı onu karşımda görünce sevindim.
Birlikte sırt çantalarını yüklenip yürüyerek otobüsün, Grenline, kalkacağı yere gittik. Lüks olarak tanımladıkları bizim sıradan köy otobüsleri. Ancak yolda karşılaştığımız otobüsleri görünce ne kadar lüks olduğu ortaya çıktı. Şaka gibi gelecek ama içi tam anlamıyla konserve gibi doldurulduğu yetmiyormuş gibi tepesine de yolcu alıyorlar.
Şehirden çıkışımız bir alemdi. Bugün, Madan’ın deyimiyle “Kadınları Besleme Günü” imiş, dini bir gün. Bir tür kadınlara saygı gösterilen bir gün!.. Toplanma merkezi tam bizim yolumuzun üzerinde olduğundan şehir merkezinden birbuçuk saatte çıktık. Alem bir ülke… Bu hengamede dakika başı bir kaza olur diye düşünüyor insan ama adamlar mucizeler yaratıyor… Veee… Kavga yok!..
Öğle yemeği için nehir kenarında, sanki Nepal’de değilmişsiniz gibi bir ortamda durduk. Tam yemek öncesi, nazar değirdim herhalde, ciddi bir kazaya tanık olduk. Kamyonu yola yalnızca çekicisi ve tutabildiği kadarı ile parçalanan bariyerler tutuyordu. Kasanın tamamı uçurumu çıkmış durumda, boşlukta duruyordu. Müthiş ucuz atlatılan bir kaza.

05.05.2008, Pazartesi-Akşam


Şu anda duşumu almış ve şişmiş bir şekilde (sanırım biraz fazla yedim) masa başına geçtim. Hem iyiyim, hem değilim. Nedenini inanın bilmiyorum!.. Yalnızlık mı? Telefonun sorun yaratması gibi basit bir sorun mu? İnanın gerçekten bilmiyorum. Belki de dört gündür kaos içindeki kent yaşamıyla boğuşmak beni biraz bezdirdi. Sanırım nedeni bu!..
İnanabiliyor musunuz, 200-210 kilometre dedikleri yolu tam dokuz saatte aldık. Bunun sadece bir saat kadarı mola.
Üstüne üstlük çok abartılan Pokhara dünyanın her yerindeki turistik sahil kasabalarından biri. Bunu böyle yapan da Phewa Gölü ve uzunca bir caddenin tamamen alışveriş yerleri ve lokantalarla dolu olması. 500-800 metre gölden uzaklaştığınızda Katmandu’nun benzeri bir sefalet burada da gözlemleniyor.
Gerçek Nepal bu gördüklerim olamaz. Dilerim bundan sonra gerçek Nepal’i görmeğe başlarım.
Madan iyi bir çocuk, çocuk dediğime bakmayın 37 yaşında. Eeee, insan 57’sinde olunca 37 çocuk gibi geliyor :) Otele yerleştikten sonra birlikte çarşıya indik. Ben arada duruyor fotoğraf çekiyor, arada bir mağazaya bakıyorum… Baktım oğlan bunalacak, dedim “Kaybolma olasılığım var mı, Madan?” “Yok…” “Eh, o zaman hadi sen kendi işine bak. Ben yalnız başıma çevreyi keşfedeyim!..” deyip ayrıldık.
Dönüşte, tam otelin sokağına gelmişken karşılaştık ve bana akşam yemeği için bir yer önerdi. Burada halk müziği ve halk dansları da sergileniyormuş. İyi dedim, oraya gittik. Danslar başladı, baktım sanki Sibel de orada dans ediyor. El insaf yani bu kadar olur. Bu kadar kısa zamanda nasıl kaptın be anam? Yetenek işte…
Doğru dürüst fazla bir şey yemediğim halde şu andaki göbeğimin görüntüsünden hiç memnun değilim. Ne kadar çabuk şişiyorum!..
Az kaldı unutuyordum… Bugün gezerken bir kobra oynatıcısı ile karşılaştım. Sinemalarda, televizyonlarda görmeğe alıştığı bir şeyi insan burnunun dibinde bulunca bir hoş oluyor. Tabii hemen kameraya sarıldım. Son sepetten orta boy bir piton çıkardılar. Çocuk kendi boynuna doladı ve bana da aynısını teklif edince nedense o anda biraz tırstım, “Yok anam, sağol” Sadece biraz mıncıkladım…
Yarına her şey çok daha güzel olacak. Sonunda yürümeye başlıyoruz. Birkaç günlüğüne de olsa keşmekeşten uzaklaşıyoruz.

06.05.2008, Salı

Düşüncem doğru çıktı. Pokhara’dan taksiye bindik ve Nayapul’a iki saatlik bir yolculuktan sonra ulaştık. Başlama noktası. (Bu kadar yola 1000 Rupi verdim; 20 lira!..)
Saat 09.15’te yürüyüşe. İlk etaplar çok keyifli geçti. Ohhh beee!... Keyfim yerine gelmeye başladı. Sırasıyla Birathanti, Malathanti, Sudame ve Hile’den geçtik. Tikhedunga’da yemek molası verdik. Burada terasın uygun bir yerine Türk bayrağı çıkartmasını yapıştırdım. Terasta bulunan iki Güney Koreli kızdan birisi hemen yaklaştı; “Türk müsünüz siz?” “Evet…” “Anlamıştım zaten bayraktan.” Türkiye’de bazı yerleri ziyaret etmiş. Yaklaşımından mutlu ayrıldığı belli… Şeker insanlar.
Yalnız doğru mu yapıyorum bilmiyorum ama yemek konusunda bir sorun var (mı?) gibi. Sabah kahvaltı etmediğim halde öğlene acıkmadım. Dün de öyle oldu. Güzel bir salata yeterli geldi.
Yalnız bir şeyde yanlış yapmışım. Bazı eşyalarımı Pokhara’da bıraksam iyi olacakmış. Hem oğlana hem de kendime fazladan yük yaptım. Ama maalesef iki günden önce bunun telafisi yok. Aynı yoldan geri gelmeyeceğimiz için ancak Chomrong’ta bırakabiliriz. Oğlana da gereksiz yüklenmenin alemi yok.
Güzergah epey kalabalık. Koreli, Fransız, İngiliz ve Hollandalılar ağırlıkta. Bir de Türkiye’nin gururu ;-)) olarak tabii ki ben. Bütün yürüyüşümüz boyunca hiç Türk’e rastlamadım.
Yemekten sonra iki saatlik uzaklıktaki bu gece konaklayacağımız Ulleri’ye doğru hareket ettik. İki tane asma köprü geçtikten sonra Madan bundan sonrasının sürekli tırmanış olduğunu söyledi, yani iki saatlik yolun tamamı. (Sonradan edindiğim haritada buranın 3280 basamaktan oluştuğunu yazıyordu. Belli… Zira bir noktadan sonra gayet ritmik bir şekilde; “Ulleri, gel beri” diye söylenmeye başladım). Kısa bir süre sonra, “Çok dinlenme, az yürüyüş” demeye başladım. Eh, 16.00’da varacağımıza 17.00’de varalım, ne olur sanki?..
Tırmanış, dediğim gibi hep basamak. Bu da sonunda dizime yapacağını yaptı. Bundan korkuyordum. Ama doktora gitmeyi ertelememin de çok geçerli bir nedeni vardı; en az dört aydır bana hiç sorun çıkartmadı. Kesin kullandığım “Glucosamine with Boswellia”nın olumlu etkisi var bunda. Daha önce bu yoğun basamak çıkışını deneyip dizimin durumuna bakmalıymışım. Ne yapalım ağrı kesici ve glucosamine ile idare edeceğim artık. Şimdi baktım dozajına, alt sınıra yakın alıyormuşum. Bugünden itibaren üst sınırdan gitsem iyi olacak. Diz bandı da işimi kolaylaştırır sanırım.
Diz böyle bir azizlik yapınca dedim artık kesin 18.00’i buluruz. Ama baktım biraz sonra Madan, “Geldik!..” demez mi? Gel de mest olma. Saate baktım tam iki saatte gelmişiz. Aslan Rüştü!.. Bravo sana!..
Birinci istasyondan ikinci istasyona gelişimiz toplam altı buçuk saat tutmuş. Bol molalı üstelik. İşte bu güzel. Demek tempo fena değil…
Yalnız odama zor çıktım. Ağrı iyice arttı.
Kadıncağız odamı gösterirken birden hava patladı. Gök delindi sanki. Muson bu olmalı dedim ama olası değil, daha neredeyse en az üç hafta var musonların başlamasına. Ben bardaktan boşanırcasına diyeyim, siz kovadan, yarım saatten fazla böyle yağdı. Kesildi mi? Ne gezer? Hala yağıyor ve saat 18.00. Aman aman yağsın, yağsın da gök tanrıları biraz hınçlarını alsın ve sakinleşsinler. Biz de yarın güzel bir havada yürüyüşümüze devam edelim.
İnsanlar yabancılara o denli alışmışlar ki çoğu dönüp bakmıyor bile. Bu zor koşullarda dağların yamaçlarında setler oluşturmuşlar yoğun ve ilkel bir şekilde tarımla uğraşıyorlar. Mısır, kara lahana genelde benim tanıyabildiklerim. Burada Madan beni yemeğe çağırdığı için kesiyorum. Güzel bir sarımsak çorbası ve Tibet ekmeği ile karnımı doyurdum.
Bu arada diz bandı ve brufen etkilerini gösterdi, rahat uyuyacağım demektir. Gerek olmaz belki diye kendime yük etmemeyi düşündüğüm uyku tulumu tam aksine çok işe yarayacak gibi görünüyor. Tertemiz bir oda, mis gibi çarşaflar ama üstüne örtecek bir şey yok. Belki istesem verirler ama demek ki insanlar kendi uyku tulumlarında yattığından onlar da örtünmek için battaniye falan koymaya gerek duymamışlar.
Biraz önce pencereden baktım, artık günün son dakikaları. Bulutlar dağılmış ve karşımda tüm ihtişamıyla Annapurna South.
Anti-parantez bir öneri: Katmandu’da hiç kalmadan Pokara’ya geçme şeklinde ayarlayın seyahatinizi. Bunu da sanırım anlaşacağınız bir seyahat acentesine (Nepal’de tabii) fotoğraflarınızı ve gerekli bilgileri önceden az bir parayla (50$ fazla fazla yeter) gönderin ki resmi izinlerinizi siz oraya gelmeden halletsinler. Siz de Katmandu’da hiç kalmadan ya da en kötü olasılıkla bir gece kaldıktan sonra Pokara’ya geçebilirsiniz. Orada da bir gün kaldıktan sonra hemen kendinizi yollara vurun. Dönüşte iki gün fazla fazla yeter Katmandu için.
Artık günü noktalama zamanı yaklaşıyor. Geç oldu; 19.30 :). Biraz Nasuh’un kitabını okur uyurum artık. Ha bu arada, benim pedometre bugün yürüdüğümüz mesafeyi 15 km. olarak gösterdi. Siz ona efor açısından en az bir %50 ekleyin.
Yarın Ghorepani’ye 5-6 saatlik bir yolumuz var.

07,05.2008, Çarşamba

Ghorepani’de bir internet kafede mahsur kaldığım şu anda bari notlarımı yazayım dedim.
Kafeye ilk girdiğim anada her şey normaldi. Biraz yavaş olmakla birlikte internete bağlandım. İletimi yazdım ve gönder tuşuna bastım… Yok… Gitmiyor… Neredeyse saniye farkı ile bağlantıyı kaybettim. İnternette bir sorun var. Hah işte!.. Korktuğum başıma geldi. Yağmur tüm şiddeti ile başladı. Ardı arkası kesilecek gibi değil. Bakalım daha ne kadar buradayım…
Bu sabah, gece doğru dürüst uyuyamamış olmama rağmen 05.30 gibi gece kesilen elektrik geldi ve zaten tilki uykusunda olan beni uyandırdı. Aslında dağ tanrıçaları bunu böyle istemiş, zira perdeyi araladığımda güneşin ilk ışıklarının zirvesini okşadığı Annapurna bütün cazibesi ile karşımda. Hafif puslu ama hava açık. Vay, koca Annapurna… Bir gün sen veya kızkardeşlerinden biri beni zirvenizde konuk edecek misiniz acaba?...
Tam dinlenmemiş ve uyku tulumundan da çıkmak istemememe rağmen ve bir iki fotoğraf çektim. Daha çok fotoğraflarını çekeceğim senin ulu tanrıça!...
Bir yarım saat daha uyku tulumunun içinde keyif yaptıktan sonra kalkıp toparlandım ve 07.00’ye doğru aşağı inip kahvaltı ettim. Kaç gündür ilk defa, o da pansiyon sahiplerine ayıp olmasın diye. Menemeni omlet olarak düşünün, öyle bir şeydi yediğim, bol malzemeli.
Sonra yola koyul ve ver elini Ghorepani. Tırman babam tırman. Bitmek bilmiyor. Ama yine de dün öğleden sonrakinden daha iyi, hiç olmazsa arada bir 30-40 metre düzleşiyor. Bütün yürüyüşümüz yarı tropik ormanlık alanda sürdü, rodedendron ormanı. Bir iki hafta öncesine kadar tüm ağaçlar milyonlarca rengarenk çiçeklerle kaplıymış. Şimdi ise tek tük kalmış. Yükseldikçe çiçek miktarının artacağını umuyorum.
Başladığımız ilk anlarda bir uğur böceği gördüm, “Tamam,” dedim “gün güzel geçecek!..” Biraz sonra adım başı onlarcası görünmeye başladı. Milyonlarca olmalı. Tüm yol boyunca eşlik ettiler bize.
Yolumuzun sonuna yaklaşırken verdiğimiz mola yerinde bir anne-oğul eğilmiş bir şeyler yapıyorlardı. Yaklaştım yanlarına, oğlan bir keçi yavrusunu tutuyor annesi de tabaktan süt içirmeye çalışıyor. Olmadı, biberona doldurdular. Yavrum, olamaz böyle bir şey, nasıl saldırdı da içiyor. Azıcık bir şeydi süt. Başka da vermediler. Ayakta zor duruyor, zor yürüyor. Ya annesi ölmüş olmalı ya da reddetmiş!.. Çok şekerdi, yaaa!..
Geldik sonunda, yol boyunca zorlandığım için yine “Ghorepani, neredesin hani?” diye sürekli mırıldandığım, Ghorepani’ye. Dün kaldığım yerle aşağı yukarı aynı ama duş, lavabo ve tuvalet dışarıda. Hem de üçü de farklı yerlerde. Tamam hesaplı olsun dedim ama ülke o kadar ucuz ki biraz konforu tepmek saflık olur. Konfor mu? Lavabosu, tuvaleti odada olsun duş muş aramıyorum. Madan’a söylemiştim, akşam tekrar söyleyeyim bari bundan sonra biraz konfora meyledelim. (Sonradan anladım ki, bütün her yer bu şekilde; duş, tuvalet ve lavabo dışarıda imiş…)
Dışarıya baktım, o müthiş yağmur ve dolu biraz hafiflemiş. Hemen toparlandım ve koşarak pansiyona döndüm. Basamak basamak ve sular seller götüren yolda ne kadar koşulursa işte ben de o kadar koşabildim…
Sağolasın göklerin tanrıçası, fırtına tanrısını beş dakika için bile olsa sakinleştirdiğin için. Aksi taktirde üstümdeki incecik gömlekle o internet kafede donacaktım. Hemen poları giydim, hatta balaklavamı bile geçirdim kafama. Bir beş dakika öylece kaldım. Sonunda ısındım.
Odamın penceresinden Annapurna görünüyor. Çok puslu, karanlık ve tepesi bulutla kaplı olsa da işte karşımda. Pansiyona girdiğim anda yine azan yağmur tüm şiddeti ile devam ediyor. Annapurna’nın bir resmini çekmeyi deneyeceğim. Işık berbat ama olsun.
Uzanıp biraz kitap okuduktan sonra 18.00’e doğru yemeğe indim. Yağmur devam ediyor. Yemeğimin adı “chicken noodle soup (erişteli tavuk suyu çorbası)” ve Tibet ekmeği. Eriştesi, kuşbaşı tavuğu ve yumurtası ile her şeyi bolca bir bol kepçe çorba. Güzel ve doyurucu. Tibet ekmeği de bizim hamurlu bir şeye benziyor ya çıkaramadım, olsun, tadı çok güzel.
Yarın günümüz epey uzun olacak. Sabah 03.45’te kalkacağız ve bir saatlik bir tırmanışla Poon Hill’e çıkıp gün doğumunu izleyeceğiz. Bu tepeden birçok dağı görme olanağı varmış. Dilerim hava aynen bu sabah gibi olur da bir fotoğraf ziyafeti çekerim kendime.
Dört gün daha ciddi zorluklar yaşayacağız. Hadi bakalım…
Saat 19.05 yağmur olanca şiddetiyle devam ediyor. Sanki biraz erken mi başladı bu hain musonlar, ne?...

08.05.2008, Perşembe

Sabah Madan beni dörde çeyrek kala kaldıracaktı ama erken yatmamın sonucu deliksiz uyuyamamama rağmen üçe çeyrek kala uyandım. Hazırlığımı bitirip Madan’ın uyanmasını bekledim. O da dörtte kalktı. Hemen yola koyulduk. Kafa fenerleriyle bir saatlik bir tırmanıştan sonra Poon Hill’in zirvesine ulaştık.
Kalktığımızda parçalı bulutlu olan hava yavaş yavaş açmaya başladı. Hava ağarırken çevremizdeki muhteşem dağlar da hep bir ağızdan hoşgeldin diyorlardı. Sol tarafımızda tüm haşmetiyle Dhaulagiri, karşımızda Annapurna 1, Annapurna’ların en yükseği (8.091m), sadece zirvesi görünüyor ama olsun, tabii ki onu konumumuzdan dolayı gölgeleyen Annapurna South ve Hiunchili, sağ tarafımızda Nepal devleti tarafından kutsal sayılması nedeni ile tırmanışa kapalı Machhapuchhre ve aralarda adını unuttuğum başkaları… Tüm yücelikleri ile selamlıyordu onları merak edenleri, onlarla bir olmayı arzulayanları…
Güneşin doğuşunu bekliyoruz. Zirve gittikçe kalabalıklaşmaya başladı.
Şu anda felaket bir dolu başladı. Yalnız işin tatsız tarafı üç gündür yağıyor ve her gün başlama saati geriye doğru geliyor. İlk gün: 16.00, ikinci gün: 14.50,
Şimdi bugün de 13.50. Neyseki buruyu, Tadapani’ye ulaştık.
Tekrar dönelim geriye; zirvedeki herkes deliler gibi fotoğraf çekiyor. İşte Dhaulagiri’nin zirvesi aydınlanmaya başladı. Herkes o tarafa yöneldi. Deklanşörler peşpeşe çalışıyor. Sırasıyla bütün o muhteşem dağlar güneşle buluşuyor. Annapurna 1’in zirvesinde müthiş bir rüzgar var. Orası da güneşin ışıklarıyla yıkanmaya başladı. Rüzgarın savurduğu karlarla zirve olağanüstü görünüyor… İşte sonunda Machhupuchhre’nin doruklarında güneş yüzünü göstermeye başladı. Bir süre daha bu inanılmaz manzarayı sindirdikten sonra pansiyona doğru yola çıktık.
Pansıyonda çantaları hazırladıktan sonra aşağı inip olağan Tibet ekmeğimi kahvaltı olarak yedim.
Yürüyüş ilk anda keyifli başladı. Manzara doyumsuz… Fakat birkaç dakika sonra ikinci zirveye başladık. Çık babam çık… Ama, inanın öylesine değiyor ki bu eziyetlere!..
Çıkarken elbette bacaklarım zorlanıyor ama esas imdat çığlıkları ile oksijen için yalvaran ciğerlerim beni zorluyor.
Neyse, işte basamakların sonu. Şimdilik nasıl oldu bilmiyorum ama burada birden kalabalıklaştık. Farklı rotalardan da insanlar gelmişti. Burada biraz soluklandıktan sonra, haydi devam…
Basamaklar bitti zannetmişken yine başladılar. Ama bu sefer harika bir rodedendron ormanı içinde. Dün yanlarından geçtiğimiz aynı ağaçlar çoğunlukla çiçeklerin dökmüşlerdi. Bunlarsa o açıdan daha zengindiler; pembe, beyaz, lila ve koyu pembe, henüz kırmızıları göremiyorum.
Neyse bu sefer kısa sürdü tırmanış. Başladık inişe. Bunun da bacaklara biraz garezi var, dizler perişan, ama onlar ciğerler gibi anında mahvetmiyor insanı, yavaş yavaş tüketiyor insanı.
Şu anda sabahın köründe, üçte uyanmanın meyvelerini topluyorum. Ağzımı kapatmam neredeyse olası değil, esneyip duruyorum.
Bu satırları kaleme alırken tam karşımda bir Rus kız oturuyor. Yanında rehberi. Rehberle konuşurken o da araya girdi, tabii Türk olduğum için. Neden mi? Kızcağız Moskova’da Garanti Bankasında çalışıyormuş. Nereden nereye!...
Artık sürekli bir iniş olduğu için keyifli görüntüler yakalama şansı elde ettim. Yolda Madan’ın teyzesinin pansiyonunda mola verdik. O yemek yedi ve ben de oğlan İngiliz, kız Alman bir çiftle sohbet ettim. Kızın ne İngiliz ne de Almanla ilgisi var. Çok cana yakın…
Yağmura yakalanmak istemediğim için Madan’a devam edelim dedim. O ağırdan alınca ben önden vurdum. Kısa bir süre sonra bir pansiyonda ora sahiplerinin önümde yürüyen yaşlı Rusa bir şeyler göstermeye çalıştıklarını görünce dikkat kesildim. İşaret ettikleri yere bakınca doğal ortamlarında maymunları ve Nepal’e özgü maymunları gördüm. Rahatsız etmiştik hayvanları… Oradan oraya sıçrıyor uzaklaşıyorlardı. Onların bulunduğu yerden çıkıp aşağılara sessizce inip birkaç görüntü yakalamaya çalıştım. Fakat canlarım tantanadan o kadar ürkmüşlerdi ki bir türlü net bir görüntü alamadım… Çok güzel yaratıklardı…
Yürüyüş aynı keyifle devam ediyor. Düz, çok az çıkış ve bol iniş… Fakat yine de yorucu be… Bacaklar imdat demeye başladı. Sonunda mola verebileceğimiz bir yer geldik. Yine de fazla dinlenemedim, zira yağmura yakalanmaktansa…
İşte son ve zorlu çıkışımız başladı.
Artık tempomu iyice düşürdüm. Yine de iyiyim. Arada sırada durup fotoğraf bile çekebiliyorum. Tabii tırmanış olduğu için yine de bazı görüntüleri belleğime yerleştirmek zorunda kaldım. Durup çekecek halim yok…
Tırmanış korktuğum kadar uzun sürmedi, ya da ben kendime uygun bir tempo yakaladım.
Son dinlenmeden 10-15 dakika sonra işte Tadapani’nin ilk binası. Sevimli bir köy. Yahu zaten gittiğim her yerde dağ yerleşimleri bana çok cazip geliyor. Pansiyonumuz dıştan harika ama odaya girince iş değişiyor. Her tarafı püfür püfür esiyor. Aksi gibi akşamlarda hava çok soğuk. Eeeee…. Dağdayız tabiiiiii…. Gece üşüyebilirim. Her olasılığa karşı bir battaniye isteyeceğim. Gerçi dün gece uyku tulumum idare etti ve belki bugün de idare edebilir ama ana kampa doğru su koyabilir. Zayıf bir uyku tulumu imiş. Türkiye’ye dönünce en kısa zamanda biraz daha soğuğa dayanıklı bir şey almak gerekecek, en az -20? olmalı sanırım.
Bugün bir mucize gerçekleşti. 15.00’te yağmur durdu. Bakalım gelen saatler neyi gösterecek. Odaya çıkıp biraz dinlensem iyi olacak ama burası biraz sıcak, yukarısı soğuk. Yemek salonundayım. Uzunca bir masa var ve masanın kenarları battaniye ile kapatılmış ve altına içi közle doldurulmuş bir kova koyuyorlar. Masanın etrafına oturup bacakları battaniyenin altına sokuyorsun ve mis gibi ısınıyorsun.
Önceki bitmişti…
Şimdi yeni bir tane daha koydular…
Ohhh beeee…
Olağanüstü keyifliyim… Annapurna South, Hiunchili ve Machhupuchhre tam karşımda ve iki saate yakın her şeyi bir kenara bıraktım onlarla bütünleşmeye çalışıyorum. Her an farklı bir görüntüye bürünüyorlar. Bulutlar mucizeler yaratıyor, ama haksızlık edip Machhupuchhre’yi de gizliyorlardı. Sonunda o da muazzam endamını gösterdi. Günün son ışıkları altında bulutlarla süslenmiş muhteşem bir görüntü.
NE KADAR İYİ ETMİŞİM GELMEKLE….
İnanılmaz bir deneyim….
Keşke canım aşkım da yanımda olsa birlikte yaşasaydık bu anları...
Yalnızlığı doğada çok seviyorum ama insan böylesi olağanüstü güzelliklerle karşılaşınca aşkını yanında görmek, onunla bunları paylaşmak ve doyasıya onu öpmek istiyor. İnsan her zaman her şeyi aynı anda elde edemiyor maalesef. Amma bir teselli noktam var: Gülüm benim böylesine mutlu olacağımı bildiği için bu işleri yalnız yapmamdan alınmıyor, tam aksine, belki de en az benim kadar mutlu oluyor.
Az kaldı hedefe…
Yanımdaki Hollandalıların davranışları uyandırdı beni. Gün batımında gün pırıl pırıl olmuş. Her yer pırıl pırıl… Annapurna 3, Machhupuchhre ve Annapurna 4’ün zirvesi doyumsuz bir görüntü sergiliyor. Olamaz böyle bir şey!... Gözlerimin dolmasına engel olamıyorum… Bu nedir yahu? Bu nasıl bir uygudur? Anlamıyor, açıklayamıyorum…
Annapurna South ve Hiunchili de günün son ışıklarını yakalamaya başladılar. Hemen taraçaya çıkıp birkaç fotoğraf daha çektim.
Şansa bak tam fotoğraf günümü kapattığım kameranın kordonu boşaldı ve kamera yerde. Kamera bir tarafta, piller bir tarafta…
Neyse, dedim ve pilleri toplayıp kameraya yerleştirdim, ama pil haznesi yerine oturmuyor!.. Kahır, bela… Neyse ki makine çalışıyor. Burada kamera beni terk etseydi herhalde bu gezi tamamen iflas ederdi… Benim için yok sayılırdı…
Ama hep diyorum ya ben şanslı bir insanım, neden mi? Öncelikle canım karım var ve bence ondan da ötesi yaşıyorum beeee!... Yaşamaktan büyük şans, ondan büyük ödül olabilir mi?
Niye bu kadar laf söyledim? Çünkü, makinem gezimin sonuna kadar beni hiç üzmeyip onlarca görüntüyü belleğine kaydetti.
Yine konu dağıldı…
Ne diyordum?
Evvveeeet… az kaldı hedefe…
3 gün sonra Annapurna ana kampın kucağında uyanacağım….
Pedometrem bugün için 16 km’yi gösteriyor. Tabii bunun pek bir anlamı yok. Belki atılan adım bir şeyler ifade edebilir, (16500 adım). Ama bu da çok göreli, harcanılan eforu hiç mi hiç ifade etmiyor. Zaten burada mesafeler metre değil saat ile ölçülüyor. Ghorepani ile Tadapani arası ne kadar diye soruyorsun, aldığın yanıt 5 saat oluyor.
Gerçi ilginçtir bizim hesaplara göre pedometre ile uyum içinde görünüyor. Biz ne diyoruz?
Doğadaki her saat 3 kilometre demektir.

09.05.2008, Cuma

Şu anda felaket yorulmuş durumdayım. Saat 14.40.
Sabah yediye beş kala yürüyüşe başladık. Bu arada kaldığımız pansiyona ödediğim para yine çok komik: 600 Rupi. Beşyüz küsurdu da ben 600 verdim. Buna akşam yemeği, sular, çaylar ve sabah kahvaltısı, yetmiyormuş gibi oda da dahil. Bizim paramızla 12-13 lira. Dağ başında başını sokacak, karnını doyuracak bir yer bulmuşsun üstüne üstlük bir de neredeyse yok pahasına bu hizmetleri alıyorsun. Bazı adamlar (Avrupalı) bir kola 100 Rupi olduğu için acayip pahalı buluyor içmiyorlar, yahu iki lira be… Sersemler kendilerini sokak başındaki büfeden alışveriş ediyor sanıyorlar. Dağ başındasın be adam!.. Yahu, ben mi hesabını bilmeyen bir adamım yoksa bunlar mı çok cimri?
Bugün yolumuz uzun, 7 saat gibi bir zaman verdi Madan. Neyse inişle, yumuşak bir inişle başladık. Bu ormanlar insanı büyülüyor. Ne kadar esrarengiz ve cazip bir havası var… Ah-ha, 50 metre kadar sağ tarafımdaki açık alandan ceylana benzer sevimli bir yaratık seke seke orman içlerine kaçtı. Harikaaa!...
Gözlemleyebildiğim kuşlar ise tam bir sanat harikası. Bu kadar değişik türü rasgele bir yürüyüş sırasında gözlemlemek büyük şans. Yoksa sayıları çok fazla da böylesine rahat görebiliyorum? Renkleri bir görebilseniz, kelimelerle ifade etmek olası değil… Çok değişikler…
Çok güzel bir ortamda, zirvelerin sularını coşkuyla ovalara taşıyan bir derenin başlangıcında iniş bittiiii… Biraz soluklandıktan sonra köprüden geçip onlarca dakika basamak tırmanarak tepelere ulaşmaya çalışıyoruz. Arada bir kısa bir hafif meyil sonra yeniden dikleşme. Diklik te basamaklar da insanı mahvediyor.
Şu anda atladığım bir şeyi anlatmadan geçemeyeceğim; yürüyüşe başladıktan bir süre sonra mola verdiğimiz pansiyon rüya gibi bir yerdi. Önünde gayet bakımlı geniş bir çim alan, konumu vadiye hakim, tertemiz derli toplu bir yer. Bence Tadapani’de durmayıp oraya devam etmekte yarar var, tabii o ana kadar çok yorulmamışsanız. Ancak sezonda yer bulamama riski var. Benim yürüdüğüm dönemde böyle bir sorun yok. Bulamadığınız taktirde bir saatlik yolu geri dönmeniz gerekebilir. Zira daha ileride uzun bir süre bir daha bir pansiyona rastlayamazsınız.
Bu sevimli yerde bahçede bir tay yatmış uyuyordu. Onu rahatsız etmemeye gayret ederek ileride uçan kartala yöneldim. Kartallar yüksek uçar, di’mi? Evet der gibisiniz… Ama buradakiler bulunduğum yerden en fazla 50-60 metre yükseklikte. Bunu neden söyledim? Trekking yaptığımız bölge ne kadar yüksek anlayasınız diye… Neypse, kartal uzaklaşınca gözüm yerdeki dünya güzeli bir kelebeğe takıldı. Olabildiğince yaklaşıp hemen bir fotoğrafını çektim. Baktım kaçmaya niyeti yok. Yavaş yavaş yakın çekim pozisyonuna geçtim. Sanki poz veriyor, kaçmayarak beni ödüllendiriyor. Bittikten sonra kafamı kaldırdığımda tayla burun buruna geldim. Tüm merakıyla beni izliyor. Canım yaaa!.. Bir de onun fotoğrafını çekeyim dedim ama ışık çok ters. Sevmek için ayağa kalkayım deyince kaçtı kerata.
Dönelim tekrar yürüyüşümüze. Evet, dik tırmanış ta basamaklar da insanı mahvediyor. Basamak inişler de cabası, tabii dik inişler de… Eeee, işin ne oralarda? Ne demişler; “Gülü seven dikenine katlanır”. Yaşamda güzel ve değerli hiçbir şey kolayla elde edilemiyor. Zaten dümdüz yürümeyi isteseydim buralara gelmez Kızılay’da volta atardım.
Hep şunu düşündüm yolda; bu trekking ne kadar tam da yaşamın kendisi. İniş ve çıkışlarla dolu. Tıpkı yaşamımız gibi… Bir farkla, doğada trekking yaparken inişlerin de mükemmel yanları olabiliyor. Yine çıkışlara bakarsak, her zemen acı, çaba, emek dolu değil mi? Burada da hiç farkı yok ama çıkışın sonunda zirveye, tabii bu göreli bir zirve, ulaşınca olağanüstü güzelliklerle karşılaşıyorsunuz. Geride bir sürü acı ve eziyeti bırakmış olarak mutlu, o anı yaşıyorsunuz. O ana kadar çektikleriniz bir anda siliniyor…
Yatakta uzanarak başlamıştım bu yazıya, elimi kaldıracak halim olmasa da… Sonunda üşüme ve uyku bastırınca hemen uyku tulumunu açıp üstüme örtüp uzandım. Uyuduğumu sanmıyorum ancak 15-20 dakika kadar sonra biraz kendime geldim. Bu arada birkaç tane Amerikalı geldi, belki de onların varlığı canlandırdı beni. İşte, hep soruyorsunuz, canın sıkılmıyor mu? Sıkılmaz mı? İnsan paylaşmak için yaratılmış. Bir süre güzellikleri tek başına keyifle izliyor içine dolduruyorsun. Sonra başlıyorsun birisini aramaya, sarılıp ona sıcaklığını duyumsayarak güzellikleri paylaşmak için.
Yemek salonuna indim. Nepal radyosu biraz gereksiz yüksek tonda çalıyor bahçede, biraz da kafa ağrıtırcasına. Bugün ilk defa Himalayalar’a sırtımız dönük. Yine de önümüzdeki manzara şöyle; deve gibi dağlar arasında çok derin bir vadide akan bir nehir ve uzaklarda bir ova. Görüş zayıf. Hava puslu ve bu da yorgunluğumu tedavi etmeye hiç te yardımcı olmuyor.
Haaaa, yağmur!.. Yine terk etmedi dünkü gibi bizi. Belki biraz daha az yağdı ama saat yine bir saat daha geriye geldi: 12.50. Bu gidişle biz de yiyeceğiz yağmuru galiba. Hafif ıslanma tamam da buranın sağanağına yakalanırsak fena.
Zorlu iki parkurumuz kaldı; yarın ve ABC (Annapurna Base Camp=Annapurna Ana Kamp) öncesi son gün. Bu akşam iyice dinlenebilirim umarım. Son günlerde bayağı az uyuyorum, 3-4 saat. Vay be, sadece altı gün geçmiş. Sanki haftalardır buradayım ve daha önümde 8 gün var. 9. gün ver elini Bahreyn. Eh, bu ekspedisyon bittiğinde herhalde kendimi aylardır buradaymış gibi hissedeceğim. İlginç!..

10.05.2008, Cumartesi

Abdal oldum giderim
Diyar diyar gezerim
Aşk neredeyse ben orada
Alem demiş
Ne demişse demiş
Ben gönlümce gezerim…

Yaaa, işte bu dağlar adamı ozan (!) bile yapıyor.
Bugün yine yediye beş kala başladık. Yine in, çık, düz git, in, çık… Yine aynı rutin. Tam anlamıyla tropik bir ortamda ilerliyoruz. ABC tarafından gelen bayağı insan var.
Bugün hedef Deurali. Hiç acele etmiyorum, çiçek mi gördüm, çek fotoğrafını; böcek mi gördüm, çek fotoğrafını… Manzara mı hoşuma gitti, çek fotoğrafını. Buna rağmen ara hedeflere hep zamanından önce vardık.
Yolda rastladığım iki şelale gerçekten etkileyiciydi. Her taraftan ufak akıntılar, çaylar derindeki vadide güçlü bir uğultuyla yol alan Modhikola nehrini besliyor.
Bugün çok keyifliyim. Baksanıza ozan bile oldum :). Bağıra çağıra şarkı bile söyledim. Ben şarkıya başlayınca Madan şaşkın şaşkın dönüp ne oluyor gibisinden bir bakış attı. Baktı ki bu bir müziğe benziyor, ona bağırıp ondan yardım istemiyorum, o da yoluna devam etti. Ben de hiç kesmeden şarkımı söylemeye devam ettim.
Rastladığımız hemen hemen tüm Asyalılar çok sevimli ve içten bir şekilde selamlıyor. Batılılara gelince bu oran nedense çok düşüyor. Ya hiç selam vermiyorlar ya da yarım ağız. Ama içten selam verdiğimde kimileri çok tatlı bir şekilde gevşiyorlar. Ver güzelliği, al güzelliği!...
Himalaya otele (adına bakmayın, o da pansiyon) yaklaşırken bulutlar iyice alçaldı. Altı buçuk saatte otele geldik. Pedometre 14 km.yi gösteriyor, adımlar ise 2.300. Tamamen aldatıcı, ama yine de belirtiyorum.
Sabah uyandığımda biraz kaygılıydım. Bacak kaslarım ağrıyordu. Fakat kalktıktan kısa bir süre sonra rahat rahat yürümeye başladım. Tüm yol boyunca da hem ciğerlerime hem de bacaklarıma sürekli teşekkür ettim, beni üzmedikleri için. Ama karar verdim, vücudumda üç şeyi gözden geçirteceğim: dizler, protez ve burun. Gereken her şeyi bu doğrultuda organize edeceğim. Spor yapma oranını da artırmam gerek. Haftada en az üçe çıkarmalıyım. Neyse, konuyu dağıttım yine.
Himalaya Otelde yemek molası vermeye ve geçen sürede gelişmelere göre Deurali’ye gitme konusunda karar aldık. Peynirli, domatesli, ton balıklı pizza istedim. Yarısını Madan’a verdim zira benim bitirmem söz konusu bile değildi. Bu kadar az yiyorum yine de göbek var, ne iş anlamıyorum!.. Herhalde Ankara’da abur cubur ve içki sonucu bu gerçekleşiyor.
Pizzanın gelmesini beklerken tahmin ettiğimiz gibi yağmur başladı. Bugün biraz sarktı. Başlama saati 13.30’u geçti. Bu güzel haber olabilir, yürüyüş zamanımız artabilir. Şimdi saat 16.30’a geliyor ve yağmur hala devam ediyor. Yağmur olmasaydı bugün çok rahatlıkla Deurali’ye ulaşabilirdik. Hem de eğlene eğlene…
Düşünüyorum da, bu ülke bu kadar fakir olmasına rağmen suç oranı çok düşük. Oysa batılı ülkelerin bu kadar varlıklı olmalarına karşın suç oranı anormal yüksek, üstelik vahşiyane. İşin ilginç yanı varlık arttıkça suç oranı da artıyor!.. Neden acaba? Edinme hırsı ve hep benim olsun duygusu olabilir mi buna neden? Bir de edinmeyi körükleyen medyanın katkısı da herhalde yabana atılmaz. Ama burada da medya var, burada da reklamlar var!.. Burada ahbap olduğumuz bir Fransız, “Belki de dinden kaynaklanıyordur,” dedi. “Ama,” dedim “Türkiye’de de dinin etkisi yoğun ancak kentlerde suç oranının her geçen gün arttığını gözlemliyoruz. Yalnız ilginç bir yanı var bu işin; Türkiye’nin kırsal kesiminde ve dağ köylerinde suç oranı çok düşüktür.” Velhasıl anlaşılır gibi değil!...
Bir kartal fotoğrafı çektim bugün. Kelebek, böcek, çiçek cabası. Kamil Hocam (beyin travmamı tedavi eden sevgili hocam) burada olsa ne kuş fotoğrafları çekerdi kim bilir… Harika kuşlar var. Hele bu sabah bir tanesi yemek salonuna girmiş bir sandalyenin üzerine tünemişti. Beni görünce bir iki numara yapıp süzülerek kapıdan dışarıya çıktı ve bahçedeki masaya kondu. Bir de döndü ve poz verdi. Çekemedim fotoğrafını. Fakat böyle bir mavi olabilir mi? İnanılır gibi değil. İnsanın içini yıkayan bir güzellik.
Dağ gittikçe soğuyor. Şu anda ısınmak hiç bir şey yapılmıyor. Gaz sobası para ile yakılıyor, 70 Rupi. Yemek salonunda altı kişiyiz, ama hiç birimiz o yönde bir girişimde bulunmuyoruz. Bugün bu kadar üşüdüğüme göre yarın ABC daha zorlu olacak sanırım. Bu akşam battaniyesiz olmayacak.
İyi ki yola çıkmamışız. Yağmurluk mağmurluk hak getire, beş saat oldu ve hala bardaktan boşanırcasına yağıyor.
Yarın bugünden biraz daha kısa yürüyeceğiz ama sanırım daha zorlu olacak; beş buçuk saat.
Şu anda herkes ya okuyor ya da yazıyor. Ben ara vermiştim yazmaya, fakat saatin biraz geçmesini bekleyip bir çorba içtikten sonra odama çekilmek istediğim için burada hapis kaldım. Kitabım da aşağıda odada. Bayağı üşümeye başladığım için yemeğe kadar hiçbir yere adım atmak istemiyorum. Bir battaniye istedim, şu anda ona sarılmış olarak yazıyorum. Nem felaket olunca soğuk ta o oranda artıyor. Halbuki yağmura kadar hava harika idi. Üffff!.. Şu yemek saati bir an önce gelse de hemen yiyip odama çekilsem. Gerçi battaniye epey iyi geldi, sırtım yavaş yavaş ısınıyor. Ayaklar üşümeye devam tabii ki…
Yahu, şu içinde bulunduğum an bile birden çok keyifli gelmeye başladı. Himalayalar’da bir dağ kulübesi, üşüyen battaniyeye sarınmış insanlar ve ben de sarınmışım bir battaniyeye bunları yazıyorum… Açıklayamayacağım kadar sevimli bir duygu kaplıyor içimi… Yağmur dışarıda biteviye sürüyor. Kesilmeye de hiç niyeti yok gibi, aynı ilk günkü gibi.
Aşkım da yanımda olsaydı, paylaşsaydık battaniyeyi birbirimize sarılarak… Düşüncesi bile mutlandırıyor…
Battaniye iyi geldi be!.. On dakika önce neredeyse her şeye lanet okumaya başlayacakken şimdi durumun güzel yanlarını görebiliyorum. İşte yaşamımız, her şey berbat gidiyor sandığımız bir anda ufacık bir şey bizi ne kadar rahatlatıyor ve mutlandırıyor.
Özlemeye başladım sizleri; aşkımı ve biricik oğlumu. Aaaa, az kalsın Fındık’ımı unutuyordum. Annem ve babam iyidir dilerim. Yalnızlık işte bu saatlerde koymaya başlıyor insana. Yürüyüşte öncelikle adımlarına odaklanıyorsun ve sonra olabildiğince doğayı içine sindirmeye çalışıyorsun. O anlarda pek başka bir şey düşünemiyorsun. Ama havanın böylesine kapalı, yağışlı olduğu, üstüne üstlük bir de kararmaya başladıktan sonra ufak ta olsa bir hüzün kaplıyor her yanını…
Neyse, yazmayı bırakayım. Bu işin sonu pek hayırlı değil. Neredeyse ağlayacağım!.. Zaten sulu gözün tekiyim…
Bir gün kaldı!.. Bir gün kaldı!.. Bir gün kaldı!.. :)))
Yağmur 18.30’da durdu.

11.05.2008, Pazar

İşte sonunda buradayım; ABC, Annapurna Ana Kampı, 4130 metre. Felaket soğuk. Elim dona dona yazıyorum bu satırları. Yemek salonunda, kat kat giyinmiş bir şekilde sosis gibi masa başındayım. Her zaman olduğu gibi soğuk odaklanmamı zorlaştırıyor. Uykum da var ama Madan gece uyumakta zorluk çekerim diye uyumasan iyi olur dedi. Pansiyonu işletenler horul horul uyuyorlar. Uyumasalar bir ocak yaktırıp ısınacağım. Parası zaten bir şey değil; 1 lira. Tadapani’den sonraki yerlerde odun ateşini yasaklamışlar, ormanları koruma adına, o nedenle gaz sobası yakıyorlar. Bunun masrafını çıkarmak gerek tabii…
Dün sabah yaşadığım deneyimi yazmamışım sanırım. Korkunç bir durumdu. Sinuwa’dan ayrılalı on dakika oldu olmadı büyük tuvaletim sıkıştırmaya başladı. Rüştü geri döner mi? Yola devam. Perişan vaziyetteyim. Bir sonraki yerleşim bir saat 15 dakika ileride. Altıma kaçırırsam felaket. Giysi kıtlığı var zaten. Giysilerin çoğunu Sinuwa’da bıraktık. Yol da iyi zorlu.
Olamaz, ha kaçırdım ha kaçıracağım. 57 yaşında bir adamın da altına kaçırması ne hoş olur ya!.. Kötü huy; doğanın göbeğinde yapılması olağan şeyi yapamıyorum, illa tuvalet gerekli. Ha gayret oğlum, az kaldı. Sık dişini!.. Uffff…. Çok kötü…
Nihayet bir bina gözüme ilişti. Bir şey kalmadı!.. Biraz daha tut kendini…
Sonunda Dovan’a ulaştık. Çılgınlar gibi hemen tuvalete daldım. İşte o anda Nasrettin Hoca’yı bir kez daha rahmetle andım. Sormuşlar Hoca’ya:
“Dünyanın en rahat yeri neresidir, Hocam?”
Onun yanıtı da:
“Tuvalettir, evlat” olmuş…
Ondan sonraki gelişmeler bu işkencenin tam aksine gayet keyifli geçti.
Tanıştığımız Sinuwa’da tanıştığımız Fransızla epey sohbet ettik. Toulouse yakınlarında bir pansiyonu varmış ve sıkı bir doğa yürüyüşçüsü. Oya’yla gitmeyi düşünebiliriz. Karı-koca şeker insanlar. Pireneler’de trekking sözü de aldım. Bu sabah aşağı yukarı aynı dakikalarda yola çıktık. Tabii onlar ters istikamete zira bir gün önce onlar ABC faslını kapatmışlardı.
Modikhola nehri boyunca ilerledik. Zorlu bir etap; Himalaya Oteli-Deurali ve Deurali-Macchupucchre Ana Kampı. Yükselmemiz de ilk defa bende kendini hissettirmeye başladı, hem de daha 3200 metre civarında olmamıza rağmen. Üç-beş saniye aralarla başımın değişik noktalarına ağrı saplanmaya başladı. Yavaş olan tempomu daha da düşürdüm, nefes almayı sık ve derin yapmaya başladım. Sonuçta 2-3 dakika sonra geçmeye başladı. Nefes yöntemi işe yaradı demek.
Güneş doğdu ancak çok büyük yüksekliklerle çevrili bir vadide ilerlediğimiz için güneşi biraz geç gördük. Yine olağanüstü güzelliklerle çepeçevrelenmişiz… Sağlı sollu bilmem kaç gökdelenlik yüksekliklerden dökülen şelaleler doyumsuz bir görüntü sergiliyor. Bugün ilk defa küçük çaplı morenlerle karşılaştım. (Moren: Buzul-toprak-taş karışımı bir oluşum)
Yahu, bu ne biçim soğuk? Adamlardan ocak yakmalarını istiyorum, “Daha erken” demezler mi? Ulan, üşümenin erkeni geçi mi olurmuş? Eğer böyle bir hizmet veriyorsanız ben ne zaman istiyorsam o zaman yakmalısınız. Kazma herifler, yahu!.. (Üşümenin bendeki etkisini sezinlediniz sanırım. Ama ne yapayım, donuyorum…) Akşamı zor edeceğiz… Her yeri doğrudan kayaların üstüne inşa etmişler. Zeminde tahta mahta yok, doğrudan kayaya basıyorsun.
Üşümek gerçekten keyfimi kaçırdı. Isıtıcıyı yakmadıkları gibi bir de herifler seni hiç umursamıyor. Sinirlenip çıktım, karşıdaki pansiyona geçtim. Hemen bir limonlu çay söyledim. Oh be, hiç olmazsa burada içime sıcak bir şeyler giriyor. Yatmak ta istemiyorum. Saat daha dörde on var.
Şu anda bulutların içindeyiz. Yağmur döndü sanırım. Hala yağmadı. Aman yağmasın…
Kesiyorum. Üşümekten başka bir şey düşünemiyorum. Nasıl dağlara tırmanacağım ben? Daha 4 bin küsurlarda donuyorum. Kamplar böyle olmaz herhalde. Yemek çadırında hiç olmazsa soba oluyor. Diğer zamanlarda da ya uyku tulumu içindesindir, ya da hareket halinde.
Çıkıp dışarı biraz yürüsem mi?
Aaaa…. Kafamı yazıdan kaldırdım bir de ne göreyim? Bulunduğumuz bölgede bulutlar dağılmış. Bari gidip odadan makineyi alayım ve biraz yürüyüş yapayım. Belki bir iki poz yakalarım. Hem belki biraz da ısınırım.
Sanırım rüzgarın durması sonucu ortam biraz yumuşadı. Ellerim donmuyor, ayaklarım da biraz daha az üşüyor. Gezerken buzul yatağını tepeden gören tarafa yaklaştım. Bayağı büyük bir buzul. Uzunca bir nehir gibi. Kıyıya çok yaklaşmışım, tırsarak hemen geri çekildim. Zirve ekspedisyon ekiplerinin ve dua bayraklarının olduğu Stupa’nın olduğu tarafa yöneldim. Ekiplerden biri Kanadalı, diğeri de içlerinde bir Ukraynalı’nın olduğu Rus ekip. Henüz zirve yapmamışlar. Uygun hava koşullarını bekliyorlarmış.
Yine bulutların içinde kaldık. Görüş mesafesi 50-60 metre ve giderek düşüyor.
Yavaş yavaş ısındığım için dank etmeye başladı herhalde. Heeeeyyyt be!... Himalayalar’dayım ve dünyada topu topu 14 tane olan 8.000’lik dağlardan birinin ana kampındayım. Öyle bir dağ ki dünyanın en ünlü dağcılarından biri olan Anatoli Boukreev’e mezar olmuş. Çok başarılı dağcılığının yanı sıra çevresinde alçakgönüllülüğü ve sevecenliği ile bilinen bir büyük Rus dağcı. 1997 yılında bir çığ kazasına kurban gitmiş. Cesedi hala bulunamamış.
Saat 17.30. Sulu kar başladı. Kara dönüştürebilir. Madan’a göre bazen böylesi bir yağışın ardından çok güzel gün batımı izlenebilirmiş. Benim erkenden yatağa girme hayalım suya düştü. Bekleyeceğim artık.

12.05.2008, Pazartesi

(Not. Bu yazı ile ilgili fotoğraflara aşağıdaki albümlerden ulaşabilirsiniz:)
http://picasaweb.google.com.tr/GezginRustu
ve
http://picasaweb.google.com.tr/arustu1206

Maalesef beklenilen olmadı ve yatağa gittim. Sabah 5.15’te kalktım. Amaç gün doğumunu izlemek ve bu muhteşem dağları karelere konuk almaktı. Umutluydum, zira her sabah doğa tüm güzelliği ile koynunu bize açıyordu.
Saat 06.45, yani birbuçuk saat geçti, hava hala kapalı. Şu anda da iyice kapattı. Ama yine de umutluyum. Beklemek sorun değil. Esas bugünkü hedefe ulaşmadan yağmura yakalanma olasılığı beni düşündürüyor. Bugüne kadar şanslıydım. Tek tük serpintiler ve çok kısa süreli sağanaklarla atlattım.
Yine de birkaç poz çektim. Annapurna buzulunun fotoğrafları nasıl çıkacak merak ediyorum Bu devasa buzul heybetini fotoğrafta gösterebilecek mi bakalım?
En büyük buzul Khumbu Buzulu imiş, Everest ana kampının olduğu yerde; en uzunu da Langtang Buzulu, Langtang Lirung zirvesinin (7.248m) bulunduğu Langtang Ulusal Parkında. Bu buzulun olduğu ulusal parka da gitmek isterim; düşünebiliyor musunuz, 4500m ile 7000m arasında yer alıyor ve 75 km² bir alanı kaplıyor. İşte gidilmesi ve görülmesi gereken bir yer daha… Bunlar yapılamaz işler değil, yeter ki kişi sağlığına dikkat etsin… Bu da Annapurna Buzulu gibi moren ama çok yerinde Khumbu Buzulunda olduğu gibi o berrak masmavi buzu görmek olası imiş. Zaten Khumbu Buzulunun fotoğraflarını daha önceden de görmüş ve kesin oralara gidip fotoğraflar çekmem gerek diye düşünmüştüm. Kim bilir, belki gelecek sene de Khumbu Buzulu’na giderim ve de hemen yanıbaşındaki 5.545 metrelik Kalapattar’ın zirvesine tırmanırım. Ne muhteşem olur!..
Maalesef sekize beş kalana kadar beklemiş olmamıza rağmen hava açmadı. Biz de yola koyulmaya karar verdik. Tepede donarken 5-10 dakika yürüyüp irtifa kaybettikten sonra ısınmaya başladık. Üstelik aşağılarda hava açmaya başladı. Mis gibi bir güneş!.. Biraz sonra Macchupuchhre çevresindeki bulutlar da epey dağıldı ve bana mükemmel pozlar verdi.
Çok keyifli bir şekilde yola devam ediyoruz. Mustafa dalga geçmekte haklı; yaptığım bana yetiyor diye kendimi aldatıyormuşum. Neymiş ona şu kadar metre kalmış, buna bu kadar metre kalmış. Ağrı ‘da hele! İnsan bu kadar çabuk mu pes eder? Nedeni ne olursa olsun… Gerçi gerçekten öyle de hissediyordum kendimi o zamanlar. Benim için dağlarda bulunmak yetiyordu… Yine de öyle… Ama hedefi yakalamak kadar muhteşem keyif veren bir duygu bu aralar benim için yok. Çok mutluyum!.. Hatta ağlayabilirim bile!.. :(((
Geç yola çıkmış olmamız sonucu Himalaya Oteli yakınlarında yağmura yakalandık. Bu arada şunu belirtmem gerek; dün buradan ABC’ye 6.30-7.00 saatte çıkmışken bugün inişimiz 3 saat 15 dakika sürdü. İniiiiş, seni seviyorum!..
Yağmura rağmen yola devam kararı aldık. İsabetli karar!.. Yolda bir iki damlanın dışında sorun yaşamadık. Bamboo’ya yaklaşırken de güneş açtı ve şu anda bizim gideceğimiz yön açık. Bamboo’da bir iki bir şey atıştırıp yola devam edeceğiz.
Evvelsi gün ve dün ciddi tırmanışlar yapmışız be!.. Fakat işte bu tarz yürüyüşler insanın bacaklarını ve ciğerlerini güçlendiriyor. Madan tam bizim Tekin’lik. Bu güzergâhı (10 gün) 3 günde bitirirler. Bugün biz de sıkı bir tempoyla iniyoruz. 13.30’da Bamboo’ya geldik. En geç 16.00’da Sinuwa’dayız.
Gerçekten ben sezonun bitmeye başladığı bir dönemde gelmişim buralara. Bir bakıma iyi taii… Yollar çok kalabalık değil ve pansiyonlarda yer bulmak hiç sorun olmuyor. Bir tek yağmur var… O da zamanında yola çıktığında seni pek fazla etkilemiyor. Bugüne kadar çok az ıslandık, ona da ıslanma denilirse…
Gel gör ki erken sevinmişim. Yola çıktıktan yarım saat sonra yağış başladı. Aksi gibi tam beş dakika önce dizimin yan bağlarına bir şeyler oldu, her adımda üzerine yüklenince müthiş canım yanıyor. Neyse ki biraz sonra düzeldi. Ağrıyor ama yürüyüşümü çok etkilemiyor. Sadece iniş-çıkışlar uzayınca ağrı yeniden başlıyor.
Yağmur şiddetini artırdı. Çantamın yağmurluğunun olması, ayrıca Madan’ın hem kendisini hem de taşıdığı çantayı koruyan bir naylonunun olması ve benim de kendim için yeni aldığım yağmurluk epey işe yaradı. Benim yağmurluk yine içine geçiriyor ama hiç olmamasından çok çok daha iyi. En az yarım saat-kırkbeş dakika yağmuru yedik. Artık umursamamaya başladım ve tempomu düşürüp sallana salana yürüyüşün keyfini çıkarmaya başladım. Orman içinde yürüyor olmamızın az da olsa ıslanmaya karşı yararı oldu sanırım.
Bir köşeyi döndüm baktım Sinuwaaaa….
Bu arada yağmur da iyice hafifledi. Lanet işe bak yahu!.. Görünen pansiyona 150-200 metre kala ağrı yeniden şiddetlendi, o da yetmiyormuş gibi yağmur da coştu. Olsun be, geldik nasıl olsa!.. Neredeeee? Meğerse bu bizim kalacağımız pansiyon değilmiş. Madan ağrı fazla ve devam edemeyeceksem burada kalmamızı önerdi. Fakat fazla eşyalarımızı aşağıdaki bir pansiyona bıraktığımız için, iki iş olmasın diye, ben oraya gitmeyi istiyordum. Bir de yarın çanta yerleştirerek zaman kaybetmek istemiyorum. Fakat gel gör ki yağmur yeniden coştu, saat 16.10. Bari içeri girip sıcak bir şeyler içelim, belki bu arada bacağımın ağrısı da geçer.
Bekle babam, bekle… Azdıkça azıyor hava. Olamaz, diyorsun, birazdan kesilir. Hiç olmazsa hafifler. Yok anam, bir de fırtına çıkmaz mı!.. Yarım saat sonra, beşi çeyrek geç ne olursa olsun yola çıkıyoruz. Bacağım da iyi görünüyor. Dayanamadım, beşi beş geçe hazırlanmaya başladım. On geçe çıktık. Bir dakika sonra, şansa bak, yağmur hemen hemen kesildi. Bacağım da fena değil. Olabildiğince hızlı yürümeye çalışıyorum. 25 dakikalık bir yoldaymış bizim yer. Madan aldı başını gidiyor… Gitsin… Yukarılarda çok üşüdü çocuk…
Sonunda pansiyona ulaştım… Yahu ben şanslı insanım; ulaştığım gibi yağmur bir indirdi ki demeyin gitsin…
Yemeğimi Madan’la paylaştım. Yahu sevdim bu çocuğu… Garip insanlar bunlar… Anlamıyorsun önce ama sonra yavaş yavaş içinde büyüyorlar… Çok garip…
Biraz daha burada oturup sonra odama çıkacağım. Günlerdir ilk defa elektrik olan bir yerdeyiz. Biten pilleri şarja koydum. Normalde dokuzda bitecek ama sanırım kısa keseceğim. Ayrıca bugün edebiyat parçalamak veya duyguları yazıya dökmek yok. Siparişle olmuyor bu işler.

13.05.2008, Salı

Sabah dörtte uyandım. İlk defa uzun ve deliksiz uyudum, tahmini altı saat. Son yılların rekoru. İyi uyuyabilmek için dağlardan fazla uzak kalmamam gerek sanırım ;-)) Eh bu saatte ayaklanmak olmaz, ikinci kitabı da (Hazır mısın, Everest?) bitirdim. Kalkıp eşyalarımın arta kalanını topladım. Bir tost iki lokma bal ile kahvaltımı yaptıktan sonra yola çıkmaya hazırım.
Bugün altı buçuk saat, üstelik ıslanmadan, yürümüş olmamıza rağmen (dün en az on saat yürüdük) daha çok yoruldum. Kesin sıcağın etkisi.
Patates kızartması ve ananas suyundan oluşan yemeğimi yemiş bu satırları yazarken yağmur başladı, ama burada geçici bulut yukarıda kesin şakır şakır diye yazmaya başladığımda bana gelen ciddi kara bulutları gösterdiler. Bakalım.
Artık iniş çıkışlar sıkıntı veriyor ama bu da bu işin kaçınılmaz parçası. Tabii bir de yapılması hedeflenenin yapıldığı, yani Annapurna Ana Kampına çıkış, ve artık gerisinin angarya gibi gelmeye başlaması ana nedeni oluyor bu sıkıntının. Yapılacak olan kalanların bir an önce yapılıp eve dönme arzusu da körüklüyor bu duyguyu.
Aşağılara, sıcak bölgeye indiğimiz nasıl da belli oluyor. Kara sinekler bir türlü huzur vermiyor. Dur bakalım, Sin-Kov işe yarayacak mı? Yaradı gibi be!.. Bacaklarıma konmuyorlar artık.
Çok ilginçtir, Chitwan, bilmem ne hiç cazip gelmiyor. Ki müthiş fotoğraflar sunan bir doğal parkmış…
Eve gitmek istiyorum. Aşkımı, oğlumu kucaklamak istiyorum. Şöyle doya doya, sindire sindire kafa çekmek istiyorum….
Bu ruh halinde daha ne yazabilirim ki?.. Ama yazmam gerek, unutuyorum sonra.
Madan Aralık 2007’nin sonlarına doğru köyünden ayrılmış, yani karısı ve iki çocuğundan, ve o zamandan beri görmemiş onları. Ben ise on günlük ayrılığa dayanamıyorum!..
Bu dağlar, teleferik yapılmadığı sürece, ulaşım için bir tek yürüyüşçülere ve taşıyıcılara geçit veriyor. Bu taşıyıcılar insan üstü varlıklar. Ufacık, tefecik sıska adamlar ama gelin görün o dağlarda taşıdıkları yükleri. Dudağınız uçuklar… O yüzlerce basamağı tırmanırlarken ancak yavaşlıyorlar!.. Düz yolda ve aşağıya inerken kimi zaman adeta koşuyorlar. Olağanüstü insanlar!.. Eminim yok pahasına çalışıyorlar, ama hemen hemen hepsi o yüklerin altında bile güler yüzlü… Canlarım benim… Yıllık ortalama gelirin 200-250$ olan bir ülkede başka nasıl olabilir ki? Halbuki ülkenin zenginleşmek için potansiyeli öylesine yüksek ki!.. Öyle ekonomi konularından çok anlamam ama benim dahi gördüğüm olanakları ülkeyi yönetenler de biliyordur.
Su açısından böylesine zengin ülke çok azdır herhalde. Nasıl büyük bir zenginlik ve hala pis su içiyorlar. Enerji açıkları inanılmaz!..
Ya, o dağlardaki orta yerde ışıl ışıl parıldayan madenler? Yine diyorum ya, anlamam… Ama, el insaf, ben ülkem de de az çok dağları tepeleri dolaştım. Yok böyle bir şey. Her taraf değişik renkte pırıl pırıl parlayan taşlarla dolu. Bunların mutlaka bir değeri olmalı.
Yarı tropik ormanlar… Mutlaka bir getirisi olmalı…
Turizm!.. Zaten ’68’lilerin başlattığı bir göç var Nepal’e ve o zamandan bu yana hala ilgi odağı. Dünya turizmine baktığımızda hala bu açıdan çok geriler…
Yani, işte benim görebildiğim birkaç şey bu.
Neden geri kalmış peki?
Esas sorulması gereken bu olmalı…
Bundan iki yıl öncesine (2006) kadar adı “Başbakanlık” olan bir makamı işgal eden süale, hanedan (bu arada belirtmek gerek, bir de kralları var o dönemde… Tamamen süs!..) ülkeyi sömürdükçe sömürmüş. Ülkenin yararına bir taş bile koymamış. Eğitime yatırım sıfır. Olan birkaç okula yalnızca ülke yönetimine hakim elit tabakanın çocukları gidebiliyormuş. Katmandu’daki gözlemlerim, hiç olmazsa, eğitim alanında gelişmelerin olumluya gittiği yönünde. Bu, aynı zamanda da dağlarda da gözlediğim bir nokta. Hemen hemen her dağ köyünde bir sürü çocuk okullardaydı. Katmandu’daki okul adlarına bakar mısınız? “Blue Angels-Mavi Melekler”, “Little Angels-Küçük Melekler” ve bunlar gibi daha bir sürü okul ve tümünün öğrencileri pırıl pırıl, tertemiz…
Maocu’ların bu gelişmelerde etkisi olduğu açık. Şu anda da parlamentoda çoğunluk onların elinde. Sanırım secim geçen ay yapılmış. Bunun sonucunda gerillalar silahlarını bırakıp Birleşmiş Milletlerin buradaki gücüne teslim etmişler. Bu seçim Anayasa seçimi olarak geçiyor. Anayasa yapıldıktan sonra yeniden bir seçime gideceklermiş.
Biraz önce ilginç bir bilgi daha edindim. National Geographic kanalında izlediğim bir bal peteği avcılığının yapıldığı yerdeymişim şu anda. Yemek salonundaki kocaman bal peteğini Madan’a gösterdiğimde o anlattı. İnsanın televizyonlarda gördüğünü mekanında görmesi ne tatmin edici bir duygu… Ama tabii televizyonlar yerine kendi gözüyle, benliği ile görmesi daha da muhteşem…
Ana kamptaki gecemi yazıp yazmadığımı anımsamıyorum. Böylesine zor bir gece yaşamadım şimdiye dek. Kitabımı bira okuyup uyudum. Ne kadar zaman sonra bilemiyorum ama boğulacak gibi çılgınca havaya ihtiyaç duyarak uyandım. Zor kendime geldim. Tekrar uyumaya çalıştım. Aynı şey tekrar oldu… Ne oluyor anlamadım!.. Bir, iki, üç, beş… Devam ediyor. Acayip rahatsız edici bir duygu. Bir yandan dayanılmaz bir şekilde uykusuzluk çekiyorsun diğer yandan tam dalınca havasız kalıp fırlıyorsun…
Ne garip bir dağ bu? Ağrı’da 4.200’de uyurken bile hiç bu kadar kötü olmamıştım. Burası farklı sanırım…

14.05.2008, Çarşamba

Pokhara Gölüne (Phewa Gölü) karşı oturmuş Nepal votkamı yudumluyorum. Üstümden müthiş bir yük attım… Canımla yazıştım… Dostlara ileti gönderdim ve de yaşgünleri bu günlere rastlayan dostlara yaşgünü kutlaması yolladım…
Gerçekten çok mutluyum… Karımla yazıştım… Canım benim… Bilirim onu, nasıl da meraklanmıştır, günlerce benden haber alamayınca…
Sabah yediye yirmi kala yola çıktık. Madan yine beni kandırdı; “Bundan sonra artık hep iniş, yalnızca arada bir 5-10-15 basamak var…” Kerata kafa bulmuş bizimle… Yok yok, aslında moral veriyor. Zira bir başladık ki sorma, bir saatten fazla tırmandık. Zorlu bir tırmanış değil ama sonuçta iniş te değil… Yine de 3.5 saat gibi bir sürede bizi Pokhara’ya ulaştıracak taksiye ulaştık. 45 km.’lik yol = 20 Lira.
Hemen odama çıktım ve eşyaları bir düzene soktum. Madan’la Katmandu’ya yollayacağım çanta tıka basa doldu. Bu iş bittikten sonra arınma zamanı geldi çattı…
Ohhh beee!...
Temizlik ne güzel şey!..
Şu anda uzanıp kestirmek var ama alışveriş beni bekliyor. Önce bir kızıma 350 Rupiye bir giysi aldım. 800 Rupiye Oya’ma bir bluz ve ikimize birer bere, yine 800’e bir şapka ve bir içlik, 1250 Rupiye 3 CD (özgün Nepal müziği), 1000 Rupiye iki poster; biri Annapurna, diğeri Everest, ki şu anda odamı süslüyorlar…1680 Rupiye 4 kitap ve sanırım son olarak ta Oya’ma beğeneceğini arzu ettiğim süper iki el işi ceket. Dilerim bedenine uyar…
Burada ne yazmışım biliyor musunuz?
Aynen şöyle:
“Bu bölüm sonradan yazıdan çıkacak. Sırf millet merak edip soracağı için anımsayabileyim diye yazdım bunları.
Madem paradan söz ediyoruz, dağdaki günlük giderimden de söz edeyim bari… Gerçi bu rakamlar kesin değil; günlük ortalama 1000 Rupi harcadım sanırım… Buna yeme içme, pansiyon dahil. Yemeyi seven birisi için bu rakam artabilir. Ben çok az yiyordum… Üff.. Para işi işte böyle!..
Etrafımda öylesine bir hareket var ki anlatamam… Yakındaki bir otelin barında oturup hem bunları yazayım hem de bir kadeh bir şey içeyim dedim, üç otobüs dolusu turistin doluştuğu bir ortamda buldum kendimi. Tabii hepsi de içkici oldukları için bar bir türlü sakinleşemedi. Başka da çarem yok, iki yudumluk içkim bitene kadar buradayım…
Akşam yemeğinden sonra, ki çok erken yedim, biraz yürüdüm. Kayıkların olduğu yere yaklaştığımda kralın yazlık sarayı solumda kalıyordu. Ancak yüksek duvarlardan sarayı görmek olası değil. Bir kayık kiralayıp göle açılmak ve oradan sarayı görmek te o anda aklıma gelmedi. Duvarların ardında devasa bambu ağaçları ve onların üzerinde tünemiş, oradan oraya uçuşan bir kuş grubu var. Yine belgesellerde izlediğim şeyler şu anda burnumun dibinde… Ne güzel bir duygu bu, olamaz böylesi güzellik…
Bu hengamede ancak bu kadar yazılır. Şu lanet içki de bir türlü bitmek bilmedi. Yemek öncesi içtiğim hiç fena gelmemişti ama bu zehir gibi bir tat bıraktı ağzımda…
Ortalık sakinledi… O ilk furya kalmadı… Ama benim buralarda işim ne? Bizim bir an önce dağa, köye kısaca kentten uzak bir yere gitmemiz gerek… Ben buralarda mutlu olamıyorum. Şu yazdıklarıma baksanıza…
Neyse, içki içindeki limonları iyice ezdim ve biraz içilebilir oldu da şimdi bitmek üzere… Hamam gibi odama çekilip kafamı dinleyeyim. Bugün burası Temmuz sıcağı yaşıyor. Gel de dağdaki üşüdüğün anları arama…

15.05.2008, Pepşembe

Chitwan hayaliyle, zaten lanet bir köpeğin bütün gece havlaması sonucu uyuyamadığım gecenin ertesinde, kalktım.
Her şey yolunda, ta ki garaja gidene kadar. İşte, otobüsüm orada… Girip yerleştim. Madan’ın yüzü pek hoş değil. Şoför devamlı telefonda. Sonunda Madan ağzından baklayı çıkardı.: Bugün itibarı ile Chitwan’a giden tüm araçlar greve gitmiş.
Feci afalladım… Ne yapabiliriz? Düşünüyorum. Madan Chitwan’daki oteli aradı, 25 km. kadar yakınındaki bir yere ulaşabilen bir otobüs varmış, beni oradan alabilirler mi? Yanıt olumsuz. Yarını bekleyip uçakla gitmek bir seçenek, ama para suyunu çekmek üzere. Uçak parası bütçemi tümüyle sarsacak. Üstelik bugün değil yarın uçabileceğim. Kısacası, program allak bullak.
Acele düşünmem ve bir karar vermem gerek. Kredi kartımı da kullanmak istemiyorum. Hızlı düşün, Rüştü… Katmandu otobüsünün kalkmasına da 5-10 dakika var,… ÇABUK!...
“Madan, burada kalmanın alemi yok. Ben de seninle Kaetmandu’ya geleyim. Yolda ne yapacağıma karar veririm. Bilet işini çözebilir misin? Chitwan biletini Katmandu’ya çevirebilir misin?”
Sırt çantamı kaptığım gibi Katmandu otobüsünün olduğu yere gittik. Madan yetkililerle konuştu. Baktım sorun yok gibi… Neyse ki sorun çıkmadı ve hemen otobüse yerleştim. İki dakika sonra da otobüs hareket etti.
Bu yolculukta hemen şoförün arkasına oturduğum için çevreyi rahatlıkla izleyebiliyorum. Fakat bunun yanı sıra ikide birde de yüreğim ağzıma gelmiyor desem yalan olur. Böyle araba kullanan yerler de mi varmış? Bu ne çılgınlık, bu ne kuralsızlık? Ya yayalar? Yahu şehirlerarası yolda neredeyse yolun ortasında yürüyorlar… Sanki, “Bana ne, sürücü dikkat etsin!...” der gibiler… (Cehalet her yerde aynı… Bizim ülkemiz çok mu farklı?)
Ulan, kenara çekil!.. Üfff… Kalbim bu yolu bitirmeye dayanabilecek mi? Bilemiyorum!...
Bir 20 dakika ve bir kez de 25 dakika mola vererek 200-210 km’lik yolu 6 saat 45 dakikada tamamladık. Havada çok sıcak. Son saatlerde artık popom canımı yakmaya başladı. Yol boyunca da beş kez polis kontrolünden geçtik. Giderken den aynı şeyleri yaşamıştık… Madan kendince bir açıklama getirdi ama hiçbir şey anlamadım…
Bir daha Nepal’de otobüs yolculuğumu, ASLA!... Düşünebiliyor musunuz, iki buçuk üç saatlik yolu neredeyse yedi saatte kat ettik. İnsaf!..
İndiğimiz yerden 5-20 dakikalık bir yürüyüşle otelimize geldik. Neyse bu Potala Guest House’tan daha iyi. Bir sürü seçenek var. Ben içinde duş olan en ucuz seçeneği, 14$, tercih ettim. Daha ucuzu da daha pahalısı da var…
Eşyaları odaya atıp Asian Heritage ofisine gittik. Benim derdim bir an önce alacak verecek hesabını kapatmak. Serde melankoliklik var ya!... Öyle de yaptım. Borcumu ödedim ve kendimi sokaklara attım. Hemen de kayboldum. Esnafa, diğer otellerin görevlilerine sorarak buldum sonunda otelimi…

Tekrar dışarı çıktığımda fazla uzaklaşmadan çevreyi keşfe başladım. Keşfedecek bir şey de olsa bari… Her taraf dükkan… Eh, madem bu kadar çok dükkan var bir iki bir şey almazsam ayıp olacak…
Önce kendime 1335 Rupiye (27-28 lira) kolsuz bir anorak aldım. Yolda askıntı olan bir hatundan üç tane çok sevimli, minik bez çanta aldım… Vakit geçsin diye dolaşmaya devam… İşte o anda Oya’mın beğendiği tarzda, yani Ankara’da 25-30 liraya aldığımız, bir bluz gördüm. Al aşağı, ver yukarı, 250 Rupi’ye de onu aldım (5 Lira). Böyle almaya devam edersem bir sırt çantası da almam gerekecek.
Dışarıda bir yerlerde standartlara göre biraz pahalı bir yerde balık yedim. Yanında yeterli miktarda patates kızartması ve az salata ile servis yaptılar. Bir de taze mango suyu içtim. Vergiler, şu bu tam 575 Rupiye patladı bu bana… Tam bir soygun… Bu kadar şey için 600 Rupi verdim, yani 12.50 TL. ;-)) Ne soygun, ama di’mi?
Farkında mısınız? Kente döndüğümden beri duygular yerini materyalizme bıraktı. Olsun beeee!.. Çok değişik bir deneyimi yaşam haneme yazıyorum. Duygu ya da materyalizm olsun…
Ücreti işime gelirse bir rickshaw tutup biraz kent içinde gezmeyi düşünüyorum. Notlarım bitince gidip şu Katmandu haritasını gözden geçireyim….
BİİİİTTTTİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİ…………………………..
Not.
Evvelsi gün bir sürü öğrenci çocukla birlikte en az yarım saat birlikte yürüdük. Bu yolculukta bana eşlik eden Dependra, 14 yaşındayım dese de, bana daha küçük göründü… Çok şeker ve girişken bir dost… Dilerim çok güzel yerlere gelir… Ayrılırken ödev verdim: okula gider gitmez atlası açıp Türkiye’nin nerede olduğunu öğrenme ödevi…
Yahu, kırsal kesim ve dağ insanı her yerde ne kadar da güzel…
Dağlarda çocukların fotoğraflarını çektikten sonraki tepkileri, o da bazen, şeker istemekti. Kentte ise herkes para peşinde. Sümükleri aka aka; “Sweet!.. Sweet!.. Sweet!.. (Şekeeeer!... )” deyişleri, kendileri gibi şeker isteyişleri hiçbir şey veremediğim için nasıl da üzdü beni!... Akıl edip, şekerleri depolamayı unutmuşum…Halbuki hep aklımdaydı!... Bu dilerim iyi bir ders olur ve her doğaya gitmeden önce stoklarımı hallederim…

16.05.2008, Cuma

Geçmiyor zaman yahu!..
Sabahın köründe kalktım. Ne kadar ağırdan hareket ettiysem de ancak 09.00 edebildim saati. Daha dükkanların çoğu açılmadan ağır ağır yola koyuldum. Durbar Meydanı’na gidiyorum. Gerçi bu ikinci gidişim ama fotoğraf çekecek başka bir ortam da bilmiyorum.
Çeşitli tapınakların olduğu bir meydan burası. SADU’lar, satıcılar daha bu saatte meydanı doldurmaya başlamışlar. Anormal bir kalabalık var…
6 milyonluk bir kent burası… Karmaşanın yarattığı tedirginlik nedeni ile bildiğim yerlerden çok fazla uzaklaşamıyorum. Gerçi ne olacak? En kötü olasılıkla kaybolursam bir taksiye atlar otele dönerim… Ama yine de para suyunu çekmeye başladı…
İlgimi çeken o kadar çok ey var ki, üstelik çok ta ucuz… Örneğin, birkaç tane DVD aldım, tanesi 3.00 lira. Gel de alma… İnsanları anlıyorum şimdi; Çantalarınız boş gelin, doldurup geri döneceksiniz. Belki de ikinci bir çanta alıp onu da dolduracaksınız” diyorlardı da abartıyorsunuz diyordum… Gerçekten çok albenisi olan şey var… Onun için ben otelde oturup kafamı dışarı çıkarmayayım…

Otelin bahçesi de çok haslında aslında… İyi ki Potala Guest House’ta kalmamışım. Burası çok daha güzel ve pahalı da değil.
Bahçenin bir köşesinde duvara oturtulmuş güzel heykelciklerin içinden havuza sular dökülüyor. Normalde bu su sesi beni sıkardı ama şimdi çok hoş geliyor. Sokaktan ve karmaşadan 40-50 m içerideyiz… Hemen hemen yalıtılmış gibiyiz…
Saat daha 11.30. Türkiye’m saatiyle 08.45… Oya’m şu anda işe gidiyor. . Bir iki saat sonra bir internet kefeye uğrayayım...
Haydi az kaldı.. Bir buçuk gün, Rüştü…
İşte akşam oldu.. Rum Doodle’da (Everest zirve yapan herkese ömür boyu hizmet veren bir restoran) yemeğimizi Madan’la yedik ve sonrasında yine dağcıların uğrak yeri olan Tom&Jerry Pub’a gittik. Böylece bu kadar ünlü olan, dünyaca tanınan iki yerde yemek ve içmek şansını yakaladım… Çok mu önemli? Hayır, tabii ki değil… Amma, düşünebiliyor musunuz dünyanın en ünlü dağcıları bu mekanlarda yemiş içmiş… İnsan sanki kendisini onlarla o anda birlikteymiş gibi duyumsuyor… Belki şu açıdan da bu önemli; insan değer verdiği insanların bulunduğu ortamlarda bulunmaktan mutlu oluyor, keyif alıyor… Şu anda kaldığım otel 1902 yılında yapılmış, aristokratlar için… Bir zamanlar Beatles burada konaklamış… İşte tüm bunlar bana olağanüstü keyif veriyor…
Düşünebiliyor musunuz ben de aynı dönemlerde BEATLES ile aynı oteli paylaşayım… Benim için olağanüstü olurdu…
Evet artık yarın son günüm…
Üzgün müyüm?..
Hayır, aksine eve dönmek beni çok mutlu ediyor…
Ben kesin kafayı yedim… Dağ diyorum da başka bir şey demiyorum… Dağ denilince içim anlatılmaz duygularla kabarıyor… Yukarıda anlattıklarım da keyif vermiyor mu? Veriyor, tabii ki, ama ne de olsa kent yaşamı…
Bir zamanlar “Vahşetin Çağrısı” diye bir film izlemiştim… Sanırım Jack London’ın kitabından uyarlama (CALL OF THE WILD). Bu filmi izlediğimde çok etkilenmiş ve oralarda yaşamayı o kurt kadar özgür olmayı düşlemiştim..

RUHUM ÖZGÜRLÜĞE MÜTHİŞ AÇ VE BU ÖZGÜRLÜĞÜ ANCAK DAĞLARDA YAKALAYABİLİYORUM.

Burada her şey güzelleşiyor
Doğa güzelleşiyor...
İnsanlar güzelleşiyor…
Ve her şeyden önemlisi…
BEN GÜZELLEŞİYORUM…
Daha ne olsun?....

İşte bugün bunlardan uzak bir gün geçirdim… Güzel anlar olmadı mı? Tabii ki oldu… Ama karmaşa ve sefalet insanı üzüyor beee… Bu insanlar bunları hakketmiyorlar bee… Fakat gelin görün ki çok ta sorun etmiyorlar. Düşünsenize, ortalama yıllık, aylık, haftalık değil, yıllık gelir 200-250$ ve bu insanlar göreli olarak suçtan çooook uzak…
Herkes gülümsüyor…
En fakir, en sefil olan bile… Bu nasıl oluyor, anlaşılır gibi değil…
Ben sevdim bu ülkeyi yahu!...
İlk başlarda;
“Hayır, istemem. Çıkarın beni bu ülkeden”, diyorsunuz.
Ama, çok ilginç, tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile çelişkileri ile sizi sarıp sarmalıyor bu ülke… Bir daha, bir daha gelmek istiyor ve her köşesini keşfetmek istiyorsunuz.
Türkçesini şimdi bilemedim;
“THIS LAND GROWS ON YOU” der İngiliz gavuru…
Hala kızıyorum sırnaşarak yaklaşıp bir şeyler satmak isteyenlere… Ama bu konuda aksi bir herif olduğum için peşimi bıraktılar…
Türkiye’de, canım ülkemde tamam ama gurbette yalnız olmuyor be gülüm… Ya senle, ya da can dostlarla daha keyifli olacak bu işler.
Paylaşılmadığı sürece, aşkım, keyifler hapis kalıyorlar… Büyüyemiyorlar…
Büyümek, çoğalmak istiyorlar… Ama olmuyor, içimizde kabarıp kabarıp bizi kabız (:)) ediyorlar…

Yoruldum be…
Duygularımı bana siz anlatın..
Yoruldum be…
Hep
Her etkinlikte…
Dedim size…
Çok yorgunum…
Anlamadınız,
Dinlemediniz..
Ben
Çok
Yorgunum beeee…
Beni sevgimle bırakın…
Bana dokunmayın artık…
Çoook yorgunummmmm…
Sevgimi bana bırakın…
Çook yorgunum…

Eh bu kadar yorgunluktan sonra gidip üç kişilik odamda yayılayım…

17.05.2008, Cumartesi

Yine sabahın köründe kalktım. Bari keyif yapayım diyerek uzandığım yerde kitabımı okudum. 10-15 dakika sonra müthiş bir yağmur indirdi ve bu 40-45 dakika sürdü. Patan için planlarımı değiştirdim ve gitmemeye karar verdim.
Kahvaltıdan sonra biraz oyalandım ve öğlene doğru kraliyet sarayına doğru gittim. Saraya yaklaşmışken daha önce Madan’la yürüyüşe başlamadan önce Greenline otobüs firmasının olduğu yere giderken gördüğüm ve Madan’ın farklı bir yer olduğu söylemi doğrultusunda görmem gereken bir yer olduğu düşüncesi ile bu parka girmeye karar verdim. Parka giriş ücretli; 160 Rupi. Buraya adım attığınızda tamamıyla farklı bir dünyaya giriyorsunuz. Sefaleti, dilenen perişan, yerlerde yatan anne ve çocukları kapı önünde bırakıyor ve huzur dolu bir cennete giriyorsun. Etrafta sular akıyor. Ortada, içinde değişik, kırmızı tropik balıkların yüzdüğü ve ilk defa bu cinsini gördüğüm nilüferlerin gözler için şölen oluşturduğu bir havuz. Değişik köşelerde kafe ve barlar. Buganvillerin bonsai’ları. Çeşit çeşit çiçek ve ağaç. Kısacası olağanüstü huzurlu bir ortam. İnsan inanamıyor…

Kraliyet sarayının yakınında olduğum için olsa gerek diğer taraflarda neredeyse 1½ şerit olan yollar burada birden dört şeride çıktı. Komedi, saraydan uzaklaştıkça yollar yine daralıyor. Komedi ki ne komedi…

Sıkıntıdan patlıyorum. Bu Chitwan işinin olmaması bütün işleri altüst etti. Hem ekonıomik açıdan hem de zaman geçirmek açısından. Gezmek için yakın çevredeki her yeri gezdiğimden gezecek, bildiğim kadarı ile, bir yer kalmadı. Tabii mutlaka görülmesi gereken bilmediğim yerler vardır ama bu iş rehbersiz biraz zor…

Neyse, şimdi saat 18.00 ve bir uykuluk zamanım kaldı. Bir Cuba Libra ısmarladım. Yıllardır duyarım adını ama içmemiştim. Sonuçta bir kokteyl ve her kokteyl gibi lezzetli. İlk gençliğimdeki San Fransisco gibi olmaz umarım. Bir iki taneyi gayet rahat içerdik ve bir şey olmazdı. Ama kısa bir süre sonra birden ZONK!.. diye yere sererdi adamı. Akşam yemeğinden sonra bir iki kadeh brandy yuvarlayıp yatarım. İşte zaman geçti…

Sıkıntıdan yoruldum. Şimdi biri gelse konuşmak istese ya aptal aptal bakarım ya da şutlarım. Ben en iyisi yemeği ısmarlayıp bir an önce yiyip içip odama çekilerek kitabımı okuyup günün son dakikalarını bu şekilde tamamlayayım.

Gelecek sene Sagar Matha (Everest) programını çok titiz bir şekilde hazırlayıp olabildiğince kentlerden uzak kalmalı, zamanın hemen hemen tamamını dağlarda geçirmeli. Grup olarak gelirsem de en az dört en çok sekiz kişi gelmeli. Aslında dört ideali. Daha önce düşündüğümün aksine Kalapatthar’ın yanı sıra Island Peak’i (Imja Tse – 6189 m ) de programa alabilirim. Bunları yazarken bile keyfim yerine gelmeye başladı…

18.05.2008, Pazar

Yavaş yavaş eve dönme heyecanı çökmeye başladı. Saat 07.30 ve kahvaltımı bekliyorum. İki saat sonra havaalanındayım. İyisi ile kötüsü ile ama genelde hep mutlu bir seyahat daha sona ermekte…

İçim bir hoş. Duygularım karmaşık. Ama dönüş mutluluğu ağır basıyor. Sanırım ülkenin sefaleti ve haksız yere böylesine fakir bırakılışı üzüyor insanı. Daha fazla bu görüntülere tanık olmak istemiyorsunuz.. Dağların işte bu güzel yanı var. Fakirlik sefalet boyutlarında değil. Daha bir insancıl yaşam sürüyorlar.

Madan 9.00’da geldi arabayla ve beni havaalanına bıraktı. Cep telefonumla birlikte 30$ verdim. Daha önce de birkaç tişört, atlet, şapka ve bir iki malzeme vermiştim. Mutlu ayrıldık.

Son kuruşlarımı harcıyorum. Dilerim Bahreyn’de para gerekmez. Orayı atlattık mı tamamdır. Ülkemde sorunum olmayacak.

Pasaport kontrolü ve özellikle check-in biraz zahmetli oldu. Yalnız bunları yazarken kendime kızıyorum. Bazen çok çabuk etki altında kalıyorum ve saçma tepkiler veriyorum. Aslında bura insanı güleryüzlü ve yardımsever.
Havaalanına gelirken gözüme takılan ancak daha önce söz etmediğimi düşündüğüm iki noktayı burada anlatmak istiyorum.

İnekler ve mandalar burada da Hindistan’da olduğu gibi sokaklarda, caddelerde rahat rahat dolaşıyorlar. Trafiğe o denli alışmışlar ki çoğu zaman kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. O zaman aracın onların etrafından dolaşması gerekiyor. Ülkenin önemli çoğunluğunun Hindu olması bunun nedeni tabii ki. Doğal yaşam sürelerinin sonuna kadar yaşıyorlar. Halk yalnızca onların sütünden ve gübresinden yararlanıyor.

İkinci konu ise, sular. O kadar zengin su kaynakları var ki; ama ne içme suyu ne de enerji kaynağı olarak değerlendiriyorlar. Hele yerleşim bölgelerine geldiğinizde sular öylesine kirleniyorlar ki bırakın kullanmayı dönüp bakmak bile istemiyorsunuz. Gelin görün ki böylesine kirlenmiş suların içinde insanlar yıkanıyor ve çamaşırlarını yıkıyorlar. Ayrıca sokakta, ana yol kenarında akan bir çeşmenin başında kadın-erkek, çoluk çocuk yıkanırken görmek hiç te şaşırtıcı değil.

İnsan buralarda dolaştıkça, bu ülkede yaşadıkça garip bir şekilde bu insanlara alışmaya ve onları oldukları gibi kabul edip sevmeye başlıyor. Daha ben o aşamaya ulaşamadım sanıyorum, ama bir dahaki gelişimde bunun hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini sanıyorum. Bu insanlar kesinlikle daha iyisini hakediyorlar.

Uçağın saati değişmiş. 12.45 idi 12.00’ye almışlar. Neyse ki çok erken havaalanına ulaşmam sorun çıkmadan yetişmemi sağladı. Bahreyn saati ile en geç 3’te orada olacağız. Gündüz gözü ile biraz gezerim artık.

Burada da evdeki hesap çarşıya uymadı. Hesapta olmayan bir yere iniş yaptı uçak. Bir sürü yolcu indirdikten sonra 3 saate yakın bizi uçakta tuttular. Birkaç yolcu alıp sonunda Bahreyn’e hareket ettik. Beş saatlik yolculuk 8 saatte tamamlanıp bir saat te Bahreyn havaalanında formalitelerle uğraşınca yine karanlığa kaldık.

Katmandu saati ile 9.00’da otelden ayrılıp 22.00’de Bahreyn’deki otele ulaştık (Bahreyn saati ile 19.15). Explorer grubunun kalabalıklığı sayesinde giderken kaldığımız randevuevi benzeri oteli tekrar bize vermeye kalktıklarında onların şiddetli tepkisi sonunda daha iyi bir otele yolladılar bizi. Hem merkeze hem de kraliyet sarayına yakın. Dolaşmak bana olmayan paraya mal olacağından yemeğimi yedikten sonra odama çekildim.

Güzel bir duş aldıktan sonra defterimin başına oturdum. Sabah 5.00’te uyandığım için biraz yorgunum tabii. Biraz kitabımı okuyup uyuyacağım.

19.05.2008, Pazartesi

Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun…

Gece ikiye doğru anormal bir şarkı, orkestra, bağırtı çağırtı ile uyandım. Ne iş anlayamadım önce. Sonra sanki bir yerde parti var herhalde diye düşündüm, hem de çok gürültülü. Biraz bekledim, ama olacak gibi değil. Uyumak olası değil. Resepsiyonu aradım. Resepsiyondaki çocuk üst katın gece kulübü olduğunu ve bu gürültünün sabah 5-6’ya kadar süreceğini söylemez mi? Hadi bakalım!.. Bir de yapacak bir şeyin olmadığını söyledi… Arap’ın mantığına bak yahu; dünyanın her yerinde yerin dibinde olan gece kulübü binanın en tepesinde ve sabah beşlere altılara kadar otel müşterisi bu gürültüyü çekmek zorunda… Olacak gibi değil… Hala aklım almıyor!..

Ne yapalım? Yarın gece Ankara’da uyurum artık dedim ve aldım elime kitabımı. Aklıma yatarken gürültü yapıyor diye kapattığım havalandırma geldi. Bari serin serin yatayım diye hemen açtım. İlginç bir şekilde yukarıdaki şamatanın olumsuz etkisini biraz uzaklaştırdı. Çok ilginç… Tabii bu anormal gürültünün arka plana atılmış olması yavaş yavaş uykumu getirmeye başladı. Uyuyakalmışım…

Sabah 6.45’e kurmuştum saati ama 6.00’da uyandım. Biraz keyif yaptıktan sonra kahvaltıya indim. Feci bir sis var. Kimi kum fırtınası, kimi toz fırtınası ve kimi de sis yorumları yapıyor ve uçağın kalkıp kalkmama konusu tartışılıyor. Fakat havaalanında uçakların kalkmaması gibi bir durumun söz konusu olmadığını öğreniyoruz.

Yarım saatti kalan yolcuların binmesi için bekliyoruz. Yeni bindiler. Birazdan kalkarız sanırım..

Uçakta yine Explorer’dan Everest Ana Kamp ve Kalapattar’ı yapan ekipten 18 kişi ile birlikteyiz. Kalan sekiz kişi Island Peak’i de yaptıkları için daha sonra döneceklermiş. Yakın tanıştığımız bazıları; Banu, Tezcan, Özcan (Antakya’dan), Şükrü ve eşi (komşu, BİM marketin üzerinde oturuyorlarmış) ve Servet ile Mehmet (İzmir’den)… Banu, Erdem Yavaşça (Alınca-Likya Yolu) ile anaokulundan beri arkadaşlar. Sohbet ede ede yolu tükettik ve tam saatinde Atatürk Havaalanına indik. İşler umduğumdan hızlı hal oldu ve yarım saat içinde tüm işlemler sona ermiş, çantalarımı almış gümrükten çıkmıştım.

Yolun uzun olması ve yorgun olmam nedeni ile Ankara’ya uçakla dönmeye karar verdim. Ancak hiç hesapta olmayan 19 Mayıs tatili nedeni lie ve de yarın Meclis’teki bir toplantı nedeni ile tüm milletvekillerinin uçağa yönelmesi sonucu hemen hemen her saat başı olan uçakların hiç birinde yer bulamadım. Çaresiz otogara yöneldim. Belki bir saat erken kalkan otobüste yer bulma umudum da aynı nedenden ötürü suya düştü… İyi ki daha önceden 17.00 otobüsüne yer almışım, yoksa yaya kalacaktım.

Molaya kadar bir güzel uyumuşum. Bu notları yazdıktan sonra yine kestiririm sanırım. Molada otobüsten inince çok hoş bir sürprizle karşılaştım. Coşkun can da (Özaşçılar) otobüste imiş. Bir iki lafladık, ayrıldık. Ben dışarıda fazla oyalanmadan otobüse geri döndüm zira anormal bir kalabalık var, başım döndü.

Hareket saati gelince bir baktım Coşkun hoş geldin hediyesi olarak bir kutu Bolu çikolatası almış. Nasıl mutlu oldum tahmin edemezsiniz. Çok tatlı bir jest oldu benim için. Dostlar arasına geri dönmek müthiş keyif… Teşekkür ederim Coşkun can…

Ülkeme dönmek müthiş bir keyif…

Hele hele, birkaç saat sonra aşkıma ve canım oğluma kavuşacak olmak müthiş, olağanüstü bir keyif… :))))

(Not. Bu yazı ile ilgili fotoğraflara aşağıdaki albümlerden ulaşabilirsiniz:)
http://picasaweb.google.com.tr/GezginRustu
ve
http://picasaweb.google.com.tr/arustu1206